Amin Maalouf: Tek bir insanlık macerasına inanıyorum!
Amin Maalouf; yeni çağı, yükselmekte olan yeni şafağı değerlendirdi. Her anlamda “sağlıklı” işleyen, sosyalist ögeleri göz ardı edemeyecek bir sistem arayışıyla evrilmekte olan yeni devrimi, mümkün olduğuna inandığı “yeni dünya”yı yorumladı.
Milliyet Kitap’tan Gamze Akdemir’in röportajı şöyle:
Covid-19 salgını nedeniyle son bir yıldır dünya gündeminin başında sağlık, güvenlik ve gelecek korkusu gibi kaygıların gelmesinin Amin Maalouf’un yeni romanı Empedokles’in Dostları’nı daha güçlü bir empatiyle okumayı sağladığı kesin. Ütopik olanın sınırlarının belirsizleştiği böylesi çağ kırılmalarında, yapısökümlerinde, altüst oluşlarda, Maalouf’un deyişiyle “tarihin sayaçlarının sıfırlandığı” dönemlerde; bölünen insanlığın, arayışlar, şifa kovalayışlarıyla bileştiği istisnai birlik hissi romanın her satırına işli. Amin Maalouf ile Empedokles’in Dostları’nı konuşurken geçmiş ve günümüz hattında gidip geldik.
İnsanoğlunun sakatladığı gezegenin durumunu, bu durumdan çıkarılabilecek dersleri, kıssadan hisseleri değerlendiren Maalouf; yeni çağı, yükselmekte olan yeni şafağı da değerlendirdi. Her anlamda “sağlıklı” işleyen, sosyalist ögeleri göz ardı edemeyecek bir sistem arayışıyla evrilmekte olan yeni devrimi, mümkün olduğuna inandığı “yeni dünya”yı yorumladı. Yanı sıra ana vatanı Lübnan’ın ve son seçimler doğrultusunda karizmasının çizildiğini düşündüğü, romanında da önemli bir öge olarak yer verdiği ABD’nin geleceğine ilişkin görüşlerini paylaştı.
Amin Maalouf’un yeni romanı Empedokles’in Dostları, tüm yapıtlarında olduğu gibi arayış içindeki insan doğasına ilişkin yalın, yerinde, kimi spekülatif kimi bilimkurgusal tarihi bir polisiye geriliminde gelişiyor. Bu, Maalouf yazınında yabancısı olduğumuz bir biçem değil fakat Empedokles’in Dostları’nda yoğunluğunu hayli arttırdığını söyleyebiliriz.
Roman; Atlas Okyanusu kıyısındaki küçük Antioche adası merkezli gelişiyor. Sessiz bir hayat sürmek isteyen Alec ile yazdığı ilk romanının yakaladığı başarı sonrası her şeyi ardında bırakan esrarengiz Ève’in yolları bir gün elektriğin, telefonların, televizyon yayınlarının, internetin, kısacası her türlü iletişim aracının etkisiz hale gelmesiyle kesişir.
Gerçeğe ulaşma imkânı kalmayınca fısıltı gazetesi işlemeye başlar: Buna göre gezegen bir nükleer felaketin eşiğindedir, Amerika küresel ölçekte bir terör saldırısına maruz kalmıştır, insanlığın yaşamını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler artık insanlığın sonunu getirmiştir…
Tüm dünya bu söylentilerle çalkalanırken, kendilerine Empedokles’in Dostları diyen bir grup gizemli insan, son derece gelişmiş bir teknoloji, tıp bilgisi ve yüzen hastaneleriyle birlikte, bu karmaşaya son vermek üzere çıkagelir. Alec bu insanların kim olduğunu öğrenmeye çalışırken, içinde yaşadığımız dünyanın çelişkileriyle de yüzleşmek zorunda kalır. Hiçbir şey artık eskisi gibi olmayacaktır.
Amin Maalouf ile Empedokles’in Dostları’nı konuşurken geçmiş ve günümüz hattında gidip geldik.
İnsanoğlunun sakatladığı gezegenin durumunu, bu durumdan çıkarılabilecek dersleri, kıssadan hisseleri değerlendiren Maalouf; yeni çağı, yükselmekte olan yeni şafağı da değerlendirdi.
Her anlamda “sağlıklı” işleyen, sosyalist ögeleri gözardı edemeyecek bir sistem arayışıyla evrilmekte olan yeni devrimi, mümkün olduğuna inandığı “yeni dünya”yı yorumladı.
Yanı sıra ana vatanı Lübnan’ın ve son seçimler doğrultusunda karizmasının çizildiğini düşündüğü, romanında da önemli bir öge olarak yer verdiği ABD’nin geleceğine ilişkin görüşlerini paylaştı.
“Hayal kırıklığı içeren bu satırları yazarken hikâyenin sonuna geldiğim izlenimindeyim. Geldiler, üstünlük kurdular, dünyada hem kaygı hem de umut rüzgârları estirdiler, sonra da gittiler.”
Romandan…
GÜNÜMÜZ ANTAKYA’SI GİBİ!
– Çizim yapan, sessizliğe tapan ve günlüğünü gezegenin içinden geçtiği çalkantıların tam ve açık tarihçesine dönüştüren Alec ile sanatçı Eve farklı birer dinamik sunduğu romanda, kahramanların yaşadıkları ada Antioche… Umut, korku, dinginlik ve öfkeyle dolu bir dünyanın prototipi gibi.
Yıllar önce, Batı Fransa’da, Atlantik kıyısında, Akdeniz’den uzakta, “Antioche” adlı küçük bir ada olduğunu keşfettiğimde, tıpkı günümüz Antakya’sı gibi, hem eğlendim hem de büyülendim. Bu romanı yazmaya başladığımda da ana karakterleri bu isimli bir adaya yerleştirmeye karar verdim. Alec ve Eve güvensizlikle izledikleri, kendilerine dayatılan ıssızlık hissiyle yaşadıkları ve tepetaklak olduğunu gördükleri engin dünyadan uzaklaşmayı seçmişlerdi.
‘SADECE TEK BİR İNSANLIK MACERASINA İNANIYORUM!’
– Her birinin farklı bir kaygı düzeyine karşılık geldiği kahramanlarınızın insanlık hakkındaki inanç ve görüşleri de bambaşka!
Her insanın, her grubun, her ulusun daha geniş bir tarih içinde kendine özgü bir hikayesi olsa bile, sadece tek bir insanlık macerası olduğuna inanmaya devam ediyorum.
– Fanatik dünyanın, cinnetin eşiğindeki insanlığın kesin bir yıkıma sürüklenişi üzerine dünya çapında bir felaketi engellemek için sahneye çıkan kurtarıcılarıyla tanışması üzerine gelişen romanınızın izleği ve yoğun sosyal içeriğiyle gazeteciliğin kaleminize sıkı dokunduğu yapıtlarınızdan biri olduğunu düşündüm.
Kesinlikle haklısınız. Alec’in, etrafında olup biten tüm olayları ve bunları nasıl öğrendiğini kaydettiği o günlüğü, benim dünyayı izleme şeklimi yansıtıyor. Bu yüzden Alec’in kendisi bir gazeteci olmasa da, benim yaşamımın bir parçası olduğu söylenebilir. Albert Camus bir keresinde gazetecinin şimdiki zamanın tarihçisi olduğunu söylemişti. Alec de kuşkusuz öyle.
‘KİM ÇOK GÜÇLÜ İSE KİBİRLİ OLUR!’
– Ataları eski Yunanistan’dan kaçmış, yüzyıllarca varlığını gölgelerde gizlemiş, dünyanın ıslahı için harekete geçmiş ve kendini Empedokles’in Dostları olarak adlandıran antik doktrinli bu ikincil/alternatif insanlık, bu ‘kusursuz, üstün insanlar’a ilişkin kıssadan çıkarılacak hisseye yazarının yorumu nedir?
Bu kıssadan çıkarılacak derslerden biri; kim çok güçlü olursa kibirli olur. Amaçları cömert olsa bile… Toplu eşitsizlik kötülük üretir. Ve “Empedokles’in dostları”, her ne kadar “bizim” işlerimize karışma gerekçeleri büyük ihtimalle kendi gerekçelerimizden daha asilâne olsa da, sonunda “bizim” için yaptıkları bizde aşağılanmışlık hissi yaratıyor.
‘MARJİNALLEŞTİRİLMİŞ BİR UYGARLIĞIN OĞLUYUM’
– “Hayal kırıklığı içeren bu satırları yazarken hikâyenin sonuna geldiğim izlenimindeyim. Geldiler, üstünlük kurdular, dünyada hem kaygı hem de umut rüzgârları estirdiler, sonra da gittiler.” Kurtarıcılar ne tam anlamıyla kutsanıyor ne de lanetleniyor! Empedokles’in Dostları’na hem şükrediliyor hem?
Alec’in de dediği gibi, bazen övülmeyi, bazen de lanetlenmeyi hak ediyorlar. Onlara ihtiyacımız var, bilimlerine, bilgilerine ve özellikle de iyileştirme yeteneklerine ihtiyacımız var. Fakat aynı zamanda güçlerini, nüfuzlarını ve kasıtsız küstahlıklarına da içerliyoruz. Şahsen yüzyıllardır marjinalleştirilen bir uygarlığın oğlu olarak, bu karışık duyguları biliyorum…
‘EMPEDOKLES, YUNUS EMRE’NİN ATASI OLABİLİRDİ’
– Takipçileri kanalıyla nasıl bir alternatifi düşündürüyorlar?
Empedokles, antik zamanlara ait gizemli bir karakterdi. Bir şair olarak Yunus Emre’nin atası olabilirdi. Bir filozof olarak, insanlığı tüm hastalıklarından tedavi etme fikri onu büyüledi. Hatta 25 bin yıl önce Sicilya’da bir aziz ya da yarı ilahi bir figür olarak kutsal sayılmış görülüyor. Takipçilerinin ana fikri, insanların birbirleriyle savaşmayı bırakmaları, birbirlerinden nefret etmeyi bırakmaları ve güçlerini tek ortak düşmanları olan cehalet, hastalık ve ölüme karşı mücadelede birleştirmeleridir.
Tabii Empedokles’in Dostları dini anlamda bir kurtarıcı değiller. Bilime inanıyorlar ve asıl gerekenin insanların kendi kendisini kurtarması olduğuna inanıyorlar. İçlerinden bazıları bize bir tür ölümsüzlük sözü verdiklerinde de bunu isteksizce yapıyorlar ve bunun sadece bilimin izin verdiği ölçüde mümkün olduğunu vurguluyorlar. Ayrıca yeteneklerinin mükemmel olmadığı konusunda da ısrar ediyorlar.
‘ABD, CÜCELEŞEBİLİR!!’
– Romandaki seçilmiş ulus Amerika, merkezde onlar, insanlığın gidişatında rol alanlar, gezegen adına konuşma hakkına sahip olanlar onlar… Başkanları da ölümcül bir hastalıktan muzdarip. Neden Amerika ve hasta başkanını seçtiniz?
‘Günümüzün en güçlü ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri bile gücünü cüceleştirebilecek ve tıbbi bilgilerini geçersiz kılabilecek bir başka ulusla karşılaşabilir’i vurgulamak istedim. İspanyol istilacıların 500 yıl önce Aztek İmparatoru’nun gücünü cüceleştirdiği gibi. Bu kıssamızın ana temalarından biri…
– Empedokles’in Dostları’nın odaklandığı ve günümüzle de bütünüyle bileşen çağ kırılması, küresel boyutta yapısökümleri, bozunumlar, altüst oluşlar bağlamlarında yazınınızda nasıl bir devamlılık olduğu söylenebilir?
Yazınımda değişmez olan inandığım değerlerdir. Bunlar yaşamımın her noktasında aklımdan çıkmayan temalardır. Özellikle bugün yaşadığımız zor zamanlarda düşüncelerime hükmeden fikir; insanlığın yanlış yolda olduğu ve büyük ihtimalle büyük bir felakete doğru sürüklendiği ki bunu umutsuzca önlemeyi ümit ediyorum. Evet, bu tema hem denemelerimde hem de romanlarımda hep olacak.
‘PROPAGANDACI RUHUNA SAHİP DEĞİLİM!’
– Tüm soruları, düşleri, dualarıyla insanlığın varoluşsal sorularıyla sıkı sıkıya hemhal Empedokles’in Dostları’nın çeşit çeşit kahramanlarının kafası hayli karışık! Tepkileri de öyle…
Bir yazar ve romandaki karakterler arasındaki ilişki her zaman incedir. Fakat bir görüş karakterlerimden biri tarafından ifade edildiğinde, bu benim böyle bir görüşle paylaşsam da paylaşmasam da meşgul olduğum anlamına gelir.
Bu romanda, Alec ve Eve arasında ve ayrıca Alec ve Moro arasında, olaylara karşı tutumları ile ilgili farklılıklar vardır. Bu aynı zamanda Empedokles Dostları için de geçerli. Bu farklılıklar benim tereddütlerimi yansıtıyor.
Sabit bir fikrim yok. Etrafımda neler olduğunu gözlemliyorum ve anlamaya çalışıyorum. Bu aynı zamanda benim hayattaki ve yazındaki tavrım. Bir propagandacının ruhuna sahip değilim. Ben her zaman olayları anlamaya çalışıyorum. Özellikle karmaşık zamanlarımızda bu “tam zamanlı bir iş” diyebilirim.
DERİN DÜŞÜNMEYE DEVAM!
– Empedokles’in Dostları’nın, Ölümcül Kimlikler, Çivisi Çıkmış Dünya ve Uygarlıkların Batışı’ndan aldığı ve sonraki yapıtlarınıza devredeceği eli, duyguyu da tarif ediyorsunuz böylece…
Bahsettiğiniz üç kitap, içinde yaşadığımız dünya hakkındaki görüşlerimi sunmaya çalıştığım ve düzenli olarak on yılda bir yayınladığım bir deneme üçlemesi. Merkezi temaları tam olarak aynı olmamasına karşın, geçmişe bakıldığında hiç şüphesiz aynı derin düşünmenin ürünüdürler. Ama derin düşünme devam ediyor, asla bitmez…
– Tarihin ağır gerçeklikleri karşısında yola umutla devam etmenizi nelere borçlusunuz?
Çevremizdeki olaylar genellikle üzücü, endişe verici ve sinir bozucu olsa da, “insan macerası” olarak nitelediğim süreç beni heyecanlandırmaya devam ediyor. Dünyayı izlemek, neler olduğunu anlamaya çalışmak, bundan sonra ne olabileceği hakkında spekülasyon yapmak, çeşitli sonuçlar hayal etmek büyüleyicidir. Bilimde, edebiyatta, siyasette, sanatta, vs. her gün pek çok şey oluyor. Ve hiç durmuyor, tabii ki.
‘İŞLER DÜZELMEDEN ÖNCE DAHA KÖTÜYE GİDECEK’
– Yeni yapıtınız ne üzerine olacak?
Şu anda, her zaman yaptığım gibi, birçok farklı projede çalışıyorum. Ve aynı zamanda etrafımdaki dünyayı izleyerek, çok okuyarak, neler olup bittiğini anlamaya çalışarak ve salgından sonra insanlığımızın hangi yönde ilerleyeceğini hayal etmeye çalışarak çok zaman harcıyorum.
Bir sonraki kitabım bir roman, bir deneme, hatta başka bir şey olabilir. Bu son romanda hayal ettiğim karakterlerin -Alec, Eve, Moro ve Empedokles’in Dostları- başka bir romanda tekrar ortaya çıkıp çıkamayabileceğini henüz bilmiyorum. Emin olduğum tek şey, varlığımın son anına dek aynı doyumsuz merakla kuşatıldığımız dünyayı izlemeye devam edecek olmamdır.
– Size göre daha iyi bir dünya mümkündür ama?
Mümkün, evet, bu konuda hiç şüphem yok. Ama ne yazık ki, bu yönde gitmiyoruz. İşler uzun vadede düzelmeden önce büyük ihtimalle daha da kötüye gidecek.
ATATÜRK’E ÖZELLİKLE İKİ NEDENDEN HAYRANIM!’
– Atatürk’e hayran olduğunuz biliyorum. Atatürk’le ilgili düşüncelerinizi burada da paylaşır mısınız?
Evet, O’na özellikle iki nedenden dolayı hayranım. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük güçler halkına çözüm empoze etmeye çalıştığında “hayır” deme cesaretini gösterme cesaretine sahip olması ilk neden. Ve bu sadece sembolik bir ret değildi, büyük bir direnişi organize edip zafere ulaşarak bunu eyleme çevirebildi. İkinci neden ise, Batı’nın Doğu halklarını karşı karşıya getirdiği zorlu meydan okuma karşısında tutarlı ve umut verici kesin bir tepki ortaya koyabilmesidir.
‘GÖÇMENLERİ ÇOK İYİ ANLIYORUM’
– Lübnan’dan Fransa’ya göç etmiş biri olarak, göç ve mülteci krizi hakkındaki düşünce ve tespitleriniz?
Pek çok insan, özellikle gençler arasında, artık kendi ülkelerinde bir gelecekleri olmadığını ve onlara daha iyi bir yaşam sunabilecek ülkelere göç etmeleri gerektiğini düşünüyorlar. 44 yıl önce Lübnan’da iç savaş patlak verdiğinde ben de öyle yapmıştım ve bugün de benzer kararı alan kişileri çok iyi anlıyorum.
Çünkü bu arada Lübnan’da ve Arap dünyasındaki birçok ülkede işler iyiye gitmedi hatta çok daha kötüleşti. Her geçen gün çok daha fazla insan gitmek istiyor ve bugün göç etmek benim ayrılmaya karar verdiğim dönemdekinden çok daha zor. Bu zamanımızın en üzücü hikâyelerinden biri.
‘LÜBNAN İFLAS ETMEK ÜZERE!’
– Lübnan’ın potansiyelini, günümüzdeki sancılarını, acısını ve halkının direncini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gündelik hayat, hiç zorluk görmemiş insanlar için bile korkunç şekilde zorlaşmış durumda. Para kıt ve çoğu iflas etmek üzere olan bankalardaki hesaplar sıklıkla donduruluyor. Ülke de tıpkı bankalar gibi ekonomik ve siyasal olarak iflas etmek üzere. Lübnanlılar inanılmaz cesur ve dirençli olsalar da, dirençlerinin en uç noktada test edildiği günleri yaşıyorlar.
– Geçtiğimiz Ağustos ayında Beyrut’ta meydana gelen korkunç patlama korkusunun izlerini bu romandaki nükleer patlama endişesi korkularında görüyor muyum?
Beyrut’ta yaşananlar gerçekten de nükleer bir patlamaya benziyordu. Romanıma gelince öncesinde yazılmıştı ancak nükleer çatışma korkusu 1940’lardan beri dünyanın gidişatında belirleyici olmuştur.
‘ORTADOĞU, BATI VE DOĞU’NUN ORTAK TARİHİ’
– Sizin için Ortadoğu’nun tarihi Batı ve Doğu’nun ortak tarihidir. Çünkü?
Orta Doğu, Avrupa ve Asya arasında, Doğu ve Batı arasında bir sınır bölgesidir. Her türlü değiş tokuş vardı. Bazıları barışçıl, bazıları düşmancaydı. Bazıları yapıcı ve zenginleştirici, bazıları ise yıkıcı ve yoksullaştırıcıydı. Yüzyıllardır süren bu tarihe baktığımda, hem değer verdiğim hem de gücüme giden kısımları buluyorum. Ama tüm bu kısımlar bizi biz yapan geçmişin bir parçası.
– Alec sizden ne gibi izler taşıyor?
Tıpkı Alec gibi, yalnızlığı takdir ediyorum. Neredeyse ıssız bir adada rahatlıkla yaşayabilirim. Alec’in sözleriyle ifade edersem; “Sağlık ve iyi bir internet bağlantısı olduğu sürece”…
‘SALGINLA TARİHTE YENİ BİR BÖLÜM BAŞLIYOR!’
– Covid-19 neleri yüze çıkarmıştır?
Aynı soruyu dünyadaki son gelişmeler ve özellikle de daha önce de son otuz yıldır ahlaki otoriteliğini kaybettiğini vurgulamış olduğunuz hele ki son aylardaki seçim sürecinde yaşananlar doğrultusunda bu kanınızı iyice sağlamlaştıran ABD özelinde de sormak isterim. Salgın bir devrimi tetikler mi ve bu gerçekleşirse sizce nasıl bir devrim olur?
Yaşadığımız salgının insan hafızasında belirleyici bir olay olarak kalacağından eminim. Tarihte bir bölüm kapanıyor ve yeni bir bölüm başlıyor. Artan sağlık ve hijyen kaygıları, değişen çalışma alışkınlıkları gibi yeni dönemin bazı özellikleri gün gibi ortada. Zaten dijitalleşme çağına giriyorduk ve şimdi bu süreç çok daha hızlanacak.
Büyük ihtimalle uluslararası güç dengesinde bir değişim ve yeni bir soğuk savaş olacak. Gerçi bu tür keskin değişimler salgından önce de zaten yaşanıyordu fakat salgın bu süreci daha görünür kıldı. Aynı şey özellikle salgın sırasında eski Başkan Trump’ın tutumlarıyla iyice yüze çıkan ABD’nin siyasi sisteminin eksiklikleri hakkında da söylenebilir.
‘İHTİYATLI BİR İYİMSERİM!’
– Kötümser değilsiniz, evet. İyimser de görünmüyorsunuz.
Kendimi ihtiyatlı bir iyimser olarak tanımlayabilirim.
– Bir yandan dünyayı yeniden inşa etmeliyiz diyorsunuz, bu ne kadar mümkün görünüyor günün koşullarında?
Dünyamızın son on yılda nasıl sürüklendiğini gördüğümde son derece endişeliyim ama yine de insanlığın felaketin eşiğinde toparlanabileceğine ve kendine geleceğine inanıyorum. Bu romanımda iletmeye çalıştığım mesaj da tam olarak bu.
– Bir tarihçi olarak, imparatorluk uluslarının birlikte yaşama bağlamında bir avantaja sahip olduğunu düşündüğünüzü söylemiştiniz. Bu, “Yeni bir dünya mümkün” vargınızda nasıl konumlanıyor?
Geçmişin imparatorlukları hakkında biraz geçmişe özlemle konuştuğumda bunu elbette kesinlikle pek çok imparatorluğun sıklıkla benimsediği kibirli yaklaşımları kutsamak bağlamında yorumlamıyorum. Özlediğim, birçok ulusun, birçok geleneğin, birçok inancın tek bir siyasi şemsiye altında toplanabilmesi, o anlamında yorumluyorum.
Ve, benim görüşüme göre, bu ortak politik varlık özgürlükle, demokratik kurumlar tarafından, her türlü ayrımcılığın reddedilmesiyle karakterize edilmelidir. Bu tür imparatorluklar tarihin enkazlarından ortaya çıkabilirdi, ama ne yazık ki ortaya çıkmadılar.