Milliyetçi ve aşırı sağ popülizmi kıskacında Kıbrıslı Türkler yolunu arıyor
35. Işık Kitabevi Fuarı, Kıbrıs’taki çıkmazları tartıştırıyor. Kıbrıslı Türkler global gelişmelerin sancılarını yaşarken kendine yeni bir yol arıyor... Kıbrıs’ın aydınları dün akşamki panelde önemli tespit ve önerilerde bulundu.
Milliyetçi ve aşırı sağ popülizmi kıskacında Kıbrıslı Türkler yolunu arıyor
35. Işık Kitabevi Fuarı, Kıbrıs’taki çıkmazları tartıştırıyor. Kıbrıslı Türkler global gelişmelerin sancılarını yaşarken kendine yeni bir yol arıyor... Kıbrıs’ın aydınları dün akşamki panelde önemli tespit ve önerilerde bulundu.
Bugün Kıbrıs/Ayşemden Akın
Milliyetçiliğin dünyada yeniden üretimi ve yükselişi Lefkoşa’da tartışıldı. Kıbrıs’ın önemli isimleri kitap fuarında düzenlenen panelde bir araya geldi. Işık Kitabevi’nin düzenlediği panele yoğun katılım oldu. Konuşmacılar dünyada ve Kıbrıs’taki gelişmeleri milliyetçilik başlığı altında değerlendirdi. CTP milletvekili Doğuş Derya’nın moderatörlüğündeki panelde akademisyen Prof. Dr. Ali Dayıoğlu, araştırmacı-yazar Mete Hatay ve Avrupa Parlamentosu üyesi Prof. Dr. Niyazi Kızılyürek konuşmacı olarak yer aldı.
Panelde ilk olarak Kıbrıs’taki milliyetçiliklerin Yunanistan ve Türkiye’deki azınlıkları nasıl etkilediği ele alındı. Azınlık hakları konusunda Türkiye ve Yunanistan’ın benzerliği ortaya konulurken Kıbrıs’taki çatışmaların o bölgelerdeki azınlıklar üzerindeki etkilerine dikkat çekildi.
Kıbrıslı Türk toplumundaki milliyetçiliğin ortaya çıkışını ele alan konuşmalarda İngilizlerin adaya gelmesiyle birlikte ‘kazara azınlık’ durumunun oluştuğu belirtildi. Kıbrıslı Türklerin ulus devlete (Türkiye) mi yoksa Kıbrıs’a mı ait oldukları konusunda kimliklerinde dönüşümler yaşadıkları ifade edildi. Özellikle 1983 sonrası Kıbrıslı Türklerin, milliyetçilikte yer alan mekânsal ayrışmanın (fili bölünme) yaşandığı Kıbrıs üzerinde vatanlaşma sürecinin başladığı belirtildi.
Panelde, global milliyetçiliğin ve aşırı sağın yükselişindeki tehlikeler vurgulanırken yeniden üretilen milliyetçiliğin ulusu bölen bir ideolojiye sahip olduğu ve dar bir çerçeveye hapsettiği ifade edildi. Ayrıca, neoliberal globalleşmenin yarattığı krizin aşırı sağın yükselişine neden olduğu ve bu ideolojinin ciddi bir tehlike olduğu belirtildi.
Kıbrıs’ta ise Kıbrıslı Rum toplumunun devlet milliyetçiliği üzerine odaklandığı, Kıbrıslı Türk toplumunun ise kendini hala konumlandıramadığı ifade edildi. Kıbrıslı Türklerin özne olma kapasitesinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki anayasal haklarından ve Avrupa Birliği yurttaşlığından kaynaklandığı, Kıbrıslı Türklerin doğru analizler ortaya koyarak yeni bir başlangıç yapması gerektiği vurgulandı.
DOĞUŞ DERYA: TÜM KÖTÜLÜKLER MİLLİYETÇİLİK VE DİN ÜZERİNDEN KAMUFLE EDİLİYOR
Panelin moderatörlüğünü üstlenen CTP milletvekili Doğuş Derya sözü katılımcılara vermeden önce yaptığı değerlendirmede bugün milliyetçiliğin karşımıza otokrasilerin kamuflajı olarak ortaya çıktığını vurguladı. Milliyetçiliğin perde olarak nasıl kullandığını anlatan Derya, günümüzde demokrasilerin yavaş yavaş berhava edildiğini, daha önce askeri darbelerle gelen diktatörlüklerin artık seçimle başa geldiğini belirtti. Bu kişilerin yasaları kendi bildiği gibi şekillendirdiğini kaydeden Derya, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırarak, yargıdan kurumsal medyaya kadar bağımsızlığı elinden alarak liyakatsiz bir sistem oluşturduğunu bunun da emek yoksullaşması üzerine bina edilen ekonomik akıldan kaynaklandığını vurguladı.
Derya, “Bunun arkasında yurttaşların sosyal hizmetlere erişiminin minimize edildiği, sadaka kültürüne razı edilmeye çalışılan bir ekopolitika var. Bu politika yolsuzluktan, ranttan beslenenleri koruyor. LGBT düşmanı, kadın düşmanı, ekolojiyi talan etme üzerine kurulmuş bir zihniyet ve bu zihniyet aslında bugün yaptığı tüm kötülükleri milliyetçilik ve din üzerinden kamufle ediyor” dedi.
Derya son olarak muhalifleri ya sürgün eden ya da terörist diyerek susturmaya çalışan ama bir taraftan da insanları ötekileştirmek suretiyle toplum içinde siyasi gettolar yaratarak kendi varlığını koruyan, parçalayarak giden bir yapının varlığından bahsederek milliyetçiliğin de bunun kamuflajı olduğunu aktardı.
Paneldeki diğer konuşmacıların aktardıkları şöyle:
ALİ DAYIOĞLU: KIBRIS’TAKİ KARŞILIKLI MİLLİYETÇİLİKLERİN YUNANİSTAN VE TÜRKİYE’DEKİ AZINLIKLARA ETKİSİ
“Azınlık hakları konusunda iki ülkenin de birbirini eleştirecek bir yanı yok aslında. Kısasa kısas olarak bunu mütekabiliyet adına yapıyorlar. Bu uluslararası prensibi iki şekilde uygulayamazsınız. Biri; kendi vatandaşlarınıza uygulayamazsınız, ama her iki de ülke soydaşlarını korumak adına dini etnik kökeni farklı olan kendi vatandaşlarına bunu yapıyorlar; ikincisi ise insan ve azınlık haklarında mütekabiliyet yoktur. Viyana Anlaşmaları sözleşmesi bunu yasaklıyor.
Türkiye ve Yunanistan’da neden azınlıklara hak ettikleri muamele yapılmadı?
Üç şey öne çıkıyor: Biri; ulus devlet yaratma gayesi. Her iki ülke de birbirleriyle savaşarak yaklaşık 100 yıl arayla kendi ulus devletlerini kurdular. Ulus devletler başat kimliklerin dışında tahammül göstermeyen kimliklerdir. Ya asimile etmeye çalışırlar ya da başaramazlarsa onları yok etmeye çalışırlar. Ya göçe tabi tutarlar ya da öldürürler. Her iki devlet de ulus devlet anlayışı içerisinde uzun süre böyle davrandılar. Kimi politikalarıyla da böyle bir uygulamayı devam ettiriyorlar. Asimile edilemeyecekleri düşünülen azınlıklardan kurtulmaya çalışılır ve özellikle ilk sınır bölgelerindekinden kurtulmaya çalışılır.
İkinci olarak sermaye transferi ile de böyle bir politika izlendi. Türkiye’de gayrimüslimlerden Müslümanlara sermaye transferi için çok çeşitli uygulamalar yapıldı, olaylar yaşandı. 1934 Trakya Olayları, 1941-1942 ‘20 Kura İhtiyatlar’ uygulaması, 1942-1944 Varlık Vergisi uygulaması, 6-7 Eylül 1955 Pogromu (devletin gözetimi altında çoğunluğun azınlığa saldırması), 1964 Sürgünü ve 1960’larda ‘1936 Beyannamesi’nin yani gayrimüslimlerin mallarına, vakıflarına el konmanın yoğun olarak yaşandığı bir dönemi görüyoruz.
Üçüncü olarak da her iki ülkenin azınlıklarının canının yanmasındaki bir diğer etken Kıbrıs… Buradaki olaylar, toplumlar arası çatışmalar ne zaman yoğunlaşmışsa her iki ülkedeki azınlıklar da misliyle zarar görmüşlerdir. 1954-1959’u alırsak yani Kıbrıs Sorunu uluslararası hale geldiği zaman bireysel saldırıların, can ve mal güvenliğini tehdit eden saldırıların iki ülkede de yaşandığını görüyoruz. Gerek Yunanistan’ın Batı Trakya’da yaptıkları. Türk okullarına yönelik baskılar, Türkçe’nin yasaklanması gibi, 45-50 bin kişinin vatandaşlıktan çıkarılması gibi uygulamalar oldu. Türkiye’ye geldiğinizde en ünlüsü 6-7 Eylül Pogromu… Bu konuda yaygın görüş olarak, hükümetin bilgisi dahilinde derin devletin tertiplediği fakat dozunun ayarlanamadığı dile getiriliyor.
KIBRIS’TA OLAN HER ŞEY TÜRKİYE VE YUNANİSTAN’DA YANKI BULUYOR
Esas olaylar 1964-1974 arasında oldu ki toplumsal çatışmaların had safhaya ulaştığı dönemlerdi. Okkanın altına giden Türkiye ve Yunanistan’daki azınlıklar oldu. Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumlara yönelik adayı terk etmeleri yönünde ciddi kararların uygulandığını görüyoruz. Mart 1964 Milli Güvenlik kararında açık bir cezaevi kurulacak deniyor. Kuruldu da bu. Mahkumların serbestçe dolaştığı bir ada düşünün ki önüne gelene saldırdıkları bir ortam yaratıldı. Bu epeyce bir sıkıntı yarattı. Yunanca eğitim yasaklandı. 64 Sürgünü hayata geçirildi. Yunan uyruklu İstanbul’da yaşayanlar sınır dışı edildi. 30 bin civarı İstanbul Rum’u da onlarla birlikte ayrıldı. Yunanistan da kendi ülkesindeki Müslümanlara aynı uygulamaları yaptı.
1974’teki fiili bölünmeden sonra benzer baskılar devam etti. Kıbrıs’taki azınlıklara baktığımızda da hepsi arasında paralellik görüyorum. Av tüfekleri toplandı, denize açılmalar yasaklandı gibi uygulamalara rastlandı. Kıbrıs’ta yaşanan her şeyin hızlı bir şekilde gerek Türkiye gerekse Yunanistan’da yankı bulduğunu görüyoruz.
1996’daki sınır olaylarında iki Kıbrıslı Rum’un öldürülmesinden birkaç gün sonra benzer bir olay Türklerin yoğun yaşadığı Batı Trakya’daki Gümülcine ilinde yaşandı. Oradaki Yunan fanatikleri Türklere saldırdılar. 50’den fazla dükkanı yaktılar, yağmaladılar.”
METE HATAY: KIBRISLI TÜRK TOPLUMUNDA MİLLİYETÇİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI VE GELDİĞİ NOKTA
“Kıbrıslı Türk toplumunda milliyetçiliğin ortaya çıkışına baktığınızda İngiliz’in adaya gelmesiyle birlikte “accidental minority/kazara azınlık” durumu vardır. Yani imparatorluklar çöküyor ve onun yerine çıkan ulus devletlerin dışında kalmış azınlıklardan bahsediyorum.
Kazara azınlık olan bu toplumun ortada kalma halinin yarattığı bir durum var. Bir tarafta çoğunluk yüzde 80’i oluşturan ve ondan yüz sene önce modernitenin bir parçası olarak elitleri aracılığıyla milliyetçi akıma kendini kaptırmış, İngiliz adaya geldikten kısa süre sonra bunu kitleselleştirmiş bir toplum var.
Bu arada Türkiye ile paralel kimlik arayışı içinde olan, tam olarak Türkiye’nin parçası olmayan çünkü milliyetçilik teorisi ‘zaman ve mekanı nasıl kontrol ederiz’dir. Yani geleceği nasıl kontrol ederiz. Geleceğe ulaşmak için bir mekana, vatana ihtiyaç vardır. “Kazara azınlık” olan Kıbrıslı Türkler vatan burası mı, yoksa sınırın öte tarafında kalan kısmı mı arasında gidip geldi o dönem. Kimliğinde dönüşümler yaşadı. Bir kısım Türkiye’ye ağıtlar yakıyor ve vatan olarak gördüğü bir Türkiye var. Bir kısım Kıbrıslı Türk ise bütün atalarımızın doğduğu büyüdüğü yerler buralar, egemenlik başkasında ama diyor… 1955’te egemenlik tümden İngiliz’e geçince orada da yine kargaşa yaşıyor.
VATANLAŞMA, ENOSİS’E TEPKİ OLARAK GÜVENLİK İHTİYACINDAN DOĞDU
Fakat Kıbrıslı Türkler 1948’lerde İkinci Dünya Savaşından sonra, özellikle ‘diğer milliyetçiliğin’ tahayyül ettiği zaman ve mekan Yunanistan ile bağlanma üzerinden olduğu için ona da tepki göstererek kendi zaman ve mekan tahayyülünü oluşturmaya başlıyor. Bunu yapmaya çalışırken bir türlü ‘vatan’ı dile getirmiyor ama ‘İngiliz kaçmasın, bu çoğunluk bizi idare etmesin’ diyordu. Onun üzerine farklı tahayyüllerde bulundular. Bir kısmı İngiliz kalsın istiyordu, bir kısmı Trakya Türkleri getirilsin gibi absürt şeyler tartışıyordu. Bunlar elitler arasında oluyor, köydekilerin bundan haberi olmuyordu ama bunun yansıması yavaş yavaş köylere de yayıldı. Özellikle tahayyüllerini yerine getiremeyen ‘diğer milliyetçilikle’ birlikte artık mekânsal bir alanda da ayrışmanın başladığını görüyoruz.
Bu ayrışma bazen korku bazen daha güvenli diğer mekanı yaratma ile başlamasına rağmen 1956 ile ayrı belediyelerle birlikte ‘vatan içinde vatana’ kadar gidildi. Bunun bir kısmı İngiliz’in teşvikiyle oldu bir kısmı da güvenlik açısından yola çıkarak kendi kendini de idare edebileceği bir yer mekan olgusuyla kurgulandı. Yani Taksim tezine gelindi. Bu tahayyül 1960’ta kurulan cumhuriyet ile birlikte ertelendi ya da askıya alındı. Diğer taraftan çoğunluk milliyetçiliğinin yarım kalan ENOSİS’i tahayyülü vardı.
Yani iki tane yarıda kalan tahayyül vardı cumhuriyet kurulurken. Bundan dolayı üç sene sürdü. Üç sene içerisinde çöktü. Bir bakışa göre Kıbrıslı Türkler kaçtı, bir bakışa göre atıldı. Sonuç itibariyle istisnai hal üzerinden Helenleşen bir Kıbrıs Cumhuriyeti ve gettolarda gittik sonra daha bir Türkleşen veya Kıbrıslı Türkleşen çünkü mekan artık Kıbrıs var, orada Kıbrıs’ın vatanlaşma süreci başlıyor. Baf’ta savaştık direndik diyorlar. Milliyetçilik çok duygusal bir ideolojidir. Bütün bunların yoğun şekilde yaşandığı ve mekan üzerinde şiddetin ve hegemonyanın tekelleştiği bir ortam oluştu. TMT gibi. Devlet içinde bir devletçik oldu.
1974 SONRASI KIBRISLI TÜRKLERİN TAHAYYÜLÜ DEĞİŞTİ
Daha sonra 74 sonrası ise Kıbrıs Türkünün tahayyülü yine değişti. Ansızın bir mekana sahip oldu. Yüzde 38’lik mekandı, yüzde 18’lik Kıbrıs Türkü idare edemeyeceği bir servete kavuştu. Bu servetin etik boyutu ilk dönemde pek tartışılmadı. Daha çok 63-64 üzerindeki yaşadığı mağduriyet üzerinden bir rasyonel açıklama getirmeye çalıştı. O dönemki milliyetçilik ve kuzeydeki ganimetin üzerine ilk önce federe devlet daha sonra KKTC kuruldu.
Baktığımızda Kıbrıs’taki Türk milliyetçiliğinde devlet kurma pek yoktu. Mekana sahip olup dikte ile etki etme vardı. Gettoların içerisinde bile Türkiye’den Emin Dirvana, Kıbrıs’a ilk geldiğinde Denktaş Bey’in, ilk sözü, “inşallah elçi geldiniz vali dönersiniz” idi. Bakış açısı hala daha Türkiye’ye bağlanma açısındaydı. Fakat dediğim gibi gettolarda Kıbrıs işi dönünce vatanlaşan Kıbrıs tahayyülü biraz kafalarını karıştırdı.
‘KKTC sonsuza dek’ denilen bir dönem yaşandı 90’larda. Asil Nadir geldi, yatırımlar yapıldı ve ilk defa o dönemde Kıbrıs Türk milliyetçisinin ‘KKTC ile olur bu iş’ dediği bir dönem oldu. Hatta sol bile bundan etkilendi. Barış olana kadar bu devletin yaşaması lazım denildi. O dönemde TKP’nin, Akıncı’nın veya CTP’nin de yeşil renge geçtikten sonraki söylevleri ‘anlaşma olana kadar bu devleti yaşatalım’ oldu.
RANTİYE DÖNÜŞÜMÜ: MİLLİYETÇİLİĞİN VE KKTC’NİN İÇİ BOŞALTILDI
Peki ne oldu? Geldik Annan Planı, daha sonra Crans Montana’ya… De facto bir ülke de olsa burası kapalı bir kutu değil, dünyada ne olursa burada da etkisini gösteriyor. Bu bağlamda dünyada son dönemdeki spekülasyon ve rantiye dönüşümünün burada da aynen başladığını görüyoruz ve bu dönem de milliyetçiliğin iyiden içinin boşaldığı bir dönem oluyor. Bir taraftan KKTC’nin tanınmayacağını biliyor, bir taraftan federasyonun kolay olmayacağı ortaya çıktı, bir şeylerin daha verilmesi gerektiğini düşünüyor.
Ama ironik bir şekilde alternatiflerin zorlaştığı bir dönemde, KKTC’nin içinin boşaltıldığı, inandırıcılığının sıfıra indiği bir dönem yaşıyoruz şu anda. O eski durumsal milliyetçilik yerine daha çok sanki ‘bu yer her an yıkılabilir, gemisini kurtaran kaptandır’ diyerek malların satıldığı bir dönmeden geçiyoruz.
83-90’lar arasında Kıbrıslı Türkler özne olsun bakış açısı, tarihin figüranları değil aktörleridir denilen tarih anlatımı da ortadan kalktı. Tekrar çok eski bir tarih anlatımına, ‘Türkiye gelmeseydi bizi keseceklerdi’ diyerek tamamen biat üzerine yükselen ama bu arada buna inanmayan, –mış gibi yapan, vatan dediği toprakları tek tek satan, her türlü KKTC’nin yapabilirliğini ortadan kaldıran çok agresif, çok bireysel, çok neoliberal tuhaf bir milliyetçilikle karşı karşıyayız.
YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Belki de milliyetçilik bile değil; yabancıları hem sömüren hem onlara ırkçı davranan, dünyadaki gelişmelerin yansımasını da içeren hep bir muktedir arayışı içerisinde olan siyasi liderliklere sahip bir yapı. Bu kaotik halin içerisinde ideolojilerin büyük bir kısmının sarsıldığı bir ortamda Putin, Erdoğan, Trump gibi bir liderliklerin eline kalınıyor.
Yani hem global olayların yansımalarını yaşıyoruz hem de bu eşiksel haldeki ve artık yarım kalmış ve bir türlü de olamayacak tahayyüllerden vazgeçmiş, günü kurtaran bir toplumla karşı karşıyayız. Yani karagözlük bir yönetimle. Bizim bunun Hacivat’ı olmamız lazım. Onun için daha eleştirel, daha mevcut durumu analiz edecek şekilde, reaksiyonlar üzerinden siyaset değil yerine yere basan, adanın röntgenini çekerek, muktedire karşı her alanda direnç göstererek yeni bir başlangıç yapacağız. Aksi takdirde ricat (bozguna uğrayarak geri kaçma, geri çekilme) durumundayız şuan, satıp da kaçalım haldeyiz maalesef.”
NİYAZİ KIZILYÜREK: GLOBAL OLARAK NEREDEYİZ, MİLLİYETÇİLİK DENEN OLGU NASIL YENİDEN ÜRETİLİYOR?
“Aşırı sağın yükselmesi popülist sağın yükselişi özellikle Avrupa Birliği (AB) içerisinde çok önemli bir olgu. Parlamentoya ilk seçildiğim 2019’da ilk genel kurulda Brexit gerçekleşiyordu. Büyüt Britanya oradan ayrıldı ve İngiliz milletvekilleri ile son oturumu yapmıştık. Brexit’in başını çeken milliyeti popülist aşırı sağcı Nigel Farage parlamentoda son konuşmasını yapıyordu. Ağzından şöyle bir cümle çıktı: ‘Popülizm diyorsunuz ama popülizm artık çok popülerdir’…
Hakikaten dönemin ruhunda aşırı sağ grupların hızlıca yükseldiğini görüyorsunuz her yerde. Önümüzdeki seçimlerde çok daha kuvvetli şekilde aşırı sağ kesimlerin parlamentoya gireceği konuşuluyor.
Aşırı sağ örgütlerin şiddetle özel ilişkileri var. Hepsi uygulamıyordur ama uygulayanları da korunuyor ama aşırı sağın en büyük özelliği milliyetçiliği ve milleti yeniden tanımlama. Yeniden bir üretimle karşı karşıyayız ve bu son derece yeni bir olgudur. Ortaya attıkları kavram; ‘Ulus nedir?’ sorusuna ‘Yurttaşların tümü’ diye cevap vermezler, ulusları ikiye bölerler; dejenere yurttaşlar ve yerli ve milli olanlar. Ulusları bölen bir akımdan bahsediyorum. Milliyetçilik ulus yaratan bir ideolojiydi ulusları birleştiren bir ideolojiydi. Yeni milliyetçiliğin bir özelliği ulusları birleştirmek bütünlük sağlamak değil bölmek üzerine kurulmuştur. Çünkü ulusa ait olmayı çok dar bir alana hapsediyor. Ulusa ait olmak temiz kan, temiz bir ırk içinde yabancı ve göçmen olmayan, has, pür, yerli ve milli bir ulus kurgusuna dayanıyor. Bu ister istemez toplumu, ulusu ikiye bölüyor. Dolayısıyla ortadan kesiliyor nüfusun yarısı. ‘Gözün üstünde kaş vardır’dan başlıyor, yabancı düşmanlığına, kadın düşmanlığına kayıyor son derece ataerkil bir söylemdir. Oysa batı Avrupa liberal demokrasileri yurttaşlık kavramını etnik kökenden ayırarak yeniden kurguladılar özellikle 2. Dünya savaşından sonra. Mesela Almanya önceden temiz pür Almanlardan bahsediyordu ama İkinci Dünya Savaşından sonra yurttaşlık kavramıyla ortaya çıktı ve çoğulcu bir demokrasi kurdu. Şimdiyse oradaki ikinci parti konumuna yükselen aşırı sağcı parti ‘bu bizi bozdu’ diyor.
19 YÜZYILDAN DAHA DAR BİR MİLLİYETÇİLİK
Yani karşı karşıya olduğumuz yeni milliyetçilik ‘ulusal biz’ duygusunu 19’uncu yüzyıldan daha da dar bir manada okuyor ve ulusa kimin ait olduğu sorusuna verilen yanıtı son derece dar bir çerçeveden çiziyor. Yeniden ‘has Alman, has Fransız olacaksınız’ diyor. Ciddi bir yabancı düşmanlığı, ırkçılık, kadın düşmanlığı üstünden giden bir dalga ile karşı karşıyayız.
Peki bu akım neden ve nasıl yükseliyor?
Neoliberal globalleşmenin içinden geçtiği derin bir kriz var. Bu neoliberal hegemonyanın krizidir. 80’lerin başından günümüze kadar devam eden ekonomik politikanın yarattığı korkunç eşitsizlikler, adaletsizlikler, gelir dağılımdaki tek yanlılık ve bir mağdurlar ordusu, işsizler, işini kaybetme korkusu işinde yaşayanlar, orta sınıfın statü kaybı noktasına kadar gelmiş…
Bu korku, kitleleri ne gariptir ki sola değil aşırı sağa götürüyor. Buradaki en ciddi sorun budur. Nasıl olur da siyasi felsefesini eşitlik üzerine, toplumsal adalet üzerine kuran bir sol bu kadar eşitsizliğin hükmettiği bir dünyada söz sahibi olamıyor ama aşırı sağ yükseliyor. Aşırı sağ kitlelere, birikmiş öfke ve hıncı seferber eden bir duygusal ulusal göndermeye sahip. ‘Ulusun içine hapsolursanız kurtulursunuz, yabancılar gider, biz bize kalırız, sınırlarımızı kapatırız’ söylemleri üzerinden giden bir şey ve çok ilginç şekilde bu aşırı sağın ortak noktası AB düşmanlığı. Onlara göre AB, bir Alman’ı Alman olmaktan çıkarıyor bir Fransız’ın kimliğini bozuyor, o yüzden ‘has kimliklere geri dönmemiz için AB’den kurtulmalıyız’ diyor.
LİBERAL DEMOKRASİ İLK KEZ AŞIRI SAĞDAN TEHDİT ALIYOR
Köklü liberal demokrasiler batı Avrupa ve ABD olmak üzere ilk defa sosyalizmden tehdit almıyorlar aşırı sağdan tehdit alıyorlar. Aşırı sağ liberal demokrasileri yıkma noktasına kadar gelmiş ve süratle devam ediyor. Benim açımdan günümüzün milliyetçiliğinin en belirgin özelliği bu saydıklarımdır. Son derece ciddi bir tehlikedir.
KIBRISLI RUMLAR DEVLET MİLLİYETÇİLİĞİNE SARILDI
Ülkemiz Kıbrıs’a değinecek olursak. Kıbrıs Rum toplumu 20. yüzyıl boyunca ana vatan Yunanistan ile birleşme üzerine seferber olmuş bir toplum, ENOSİS ülküsü… Ama 1960 yılında Yunanistan ile değil de bağımsız bir devlet içinde yaşamaya zorlanmış bir toplumdur çünkü o devlet dayatılmıştır. 60 Cumhuriyeti kurulduğu zaman Kıbrıs Rum toplumu o devletin sembollerini duymak ve görmek bile istemiyordu. Milli marş yapılmıştı duyan Kıbrıslı Rum yok, bir bayrak çizildi ona ‘Mehmet’in paçavrası’ derlerdi. Zerre kadar kıymet vermezlerdi çünkü Kıbrıs Rum toplumu ulusun yolundan gitmek istiyordu devletin yolundan değil. Toplum devletle ulus arasında bölünmüş neredeyse şizofrenik bir noktaya gelmişti. Bu toplumda zaman aşımı ile devlet giderek ağır basmaya başladı.
Birinci durak Kıbrıslı Türklerin olmadığı 1964 durağıdır. Artık tek başlarına devleti yöneten Kıbrıslı Rum eliti vardır ve giderek Enosis’ten uzaklaşıyor, devlete sarılıyor, semboller ortaya çıkıyor, milli marş duyuluyor. 1974 tabii tam dönüm noktası, Kıbrıs Türk toplumu bütünüyle devlete sarılıyor ve tarihsel manada bir parantezi kapatıp başka bir parantez açıyor. Elenist, Enosis milliyetçiliği tarihe gömülüyor ve bir devlet milliyetçiliği yükseliyor. Yani Kıbrıs Cumhuriyeti’ni koruyup kollama milliyetçiliği baskın ideoloji bu oluyor. Bu ideolojin içinde bütün siyasi gruplar vardır. Aralarında bazı farklar vardır; devlet milliyetçiliği içinde Kıbrıslı Türklere yönelik açılım yapanlar ve hiçbir açılım istemeyenler. Dolayısıyla buradaki siyasi manzarayı böyle özetleyebilirim.
KIBRISLI TÜRKLER KENDİNİ ARIYOR
Kıbrıslı Türk toplumuna baktığınız zaman kendini arayan bir toplum oldu ve bir türlü kendini konumlandırmadı çünkü ne Kıbrıs Cumhuriyeti içinde kalabildi ne de meşru ve ayrı bir devletin taşıyıcı öznesi olabildi. Devletsiz bir toplum olduğunuz zaman başınızda da bir hami devlet varsa siz kolay kolay ayaklarınızın üzerinde duramazsınız ve yalpalamaya başlarsınız. Bu 1974 sonrasında hep devam etti. Ama arada bir değişim oldu. Büyük Türkçü anlatıdan Taksim-Anavatandan bir tür mikro Kıbrıslı Türk milliyetçiliği ortaya çıktı. Bu mikro Kıbrıslı Türk milliyetçiliği, ‘ne Rum ne Türkiye olsun, biz olalım, kendi başımıza olalım, kendi kendimizi idare edelim. Evimizin önünü temizleyelim’ diyerek siyaseti son derece dar bir alana hapsetti. Kıbrıslı Türklerin özne olma kapasitesini tamamen öldürdü. Senin özne olma kapasiten 1960 Anayasası’ndaki konumundur, AB yurttaşı olma konumudur, bunlar senin öznelik kapasitendir bunları ortadan kaldırdığın zaman özne ölüyor. Yani siyaseti bu dar sınırlara hapsettiğin zaman ne evini temizleyebiliyorsun ne de başka evlere konuk olabiliyorsun dünya ile bütünleşebiliyorsun. Görünmez bir topuma dönüşüyorsun ve kendi içinde yaşadığın çürüme hali başlıyor. Günü kurtarma, ne koparırsam kardır başlıyor çünkü çıkışsızlık var. Çıkış yollarını hep birlikte tartışmalıyız.”
Bugün Kıbrıs