Bir Cümle, Bir Eşik… ” Kadın Beyanı Esastır” Ne Söyler, Ne Söylemez
“Kadın beyanı esastır” cümlesi bugün aynı anda iki farklı öfkeyi tetikliyorsa, sorun cümlenin kendisinde değil, ona yüklenen anlamdadır. Bir kesim bu ifadeyi mutlak bir hüküm gibi okuyor, bir başka kesim ise mutlak bir tehdit olarak algılıyor. Oysa bu cümle ne hüküm kurar ne de tehdit savurur. Yaptığı şey çok daha sınırlı, ama bir o kadar da kritiktir. Uzun süre kapalı tutulmuş bir sürecin nereden başlayacağını tarif eder.
Bu nedenle önce şunu berraklaştırmak gerekir.
“Kadın beyanı esastır” hakikatin ölçüsü değildir. Yargının sonucu değildir. Suçun ispatı hiç değildir. Bu cümle, hukukun çok daha erken bir anına aittir. Yani sonuca değil, eşiğe işaret eder.
Peki neden tarihte kadın beyanı ayrıca “esas” ilan edilmek zorunda kaldı? Çünkü normal şartlarda zaten esas olması gereken bir şey, sistematik biçimde yok sayıldı. Kadının sözü çoğu zaman “abartı”, “yanlış anlama”, “duygusallık” ya da “intikam” parantezine alındı. Erkek sözü ihtimal sayılırken, kadın sözü şüphe olarak kayda geçti. İşte bu tarihsel asimetri, hukukun kendi reflekslerini gözden geçirmesini zorunlu kıldı.
Ancak bu hamle bir ayrıcalık yaratma girişimi değil, bir dengeleme çabasıydı.
Yanlış okuma tam da burada başlıyor. Cümle, sanki “kadının söylediği her şey doğrudur” anlamına geliyormuş gibi yorumlanıyor. Oysa hukuk böyle bir dil kurmaz, kuramaz. Hukuk doğruyu ilan eden değil, doğruyu arayan bir yapıdır. “Beyan esastır” demek, “beyan yeterlidir” demek değildir. Esas alınmak, kutsallaştırılmak anlamına gelmez, sadece başlangıç kabulü demektir.
Daha açık söyleyelim;
Bu cümle, “kadının sözüyle dava başlar” der.
Ama asla “kadının sözüyle dava biter” demez.
Bir diğer önemli yanlış anlama da bu ilkenin bireyler arası bir ahlak kuralı gibi işletilmesidir. Sosyal tartışmalarda, gündelik polemiklerde, hatta linç pratiklerinde “kadın beyanı esastır” bir susturma cümlesine dönüşüyor. Oysa bu ifade topluma değil, devlete söylenmiştir. Bireylere “sus” demek için değil, kuruma “duymazdan gelemezsin” demek için vardır.
Devlete açıkça şunu söyler; “Bu beyanı yok sayamazsın.” Ama aynı anda şunu da hatırlatır; “Bu beyanı sınamaktan vazgeçemezsin.” İkinci cümle unutulduğunda, ilke adalet üretmez, gerilim üretir. Erkek için, henüz yargı süreci başlamadan soyut bir suçluluk atmosferi oluşur. Kadın içinse beyan, tek seferlik bir anlatı olmaktan çıkar, sürekli yeniden kanıtlaması gereken bir kimliğe dönüşür. Böylece ilke, korumak için ortaya çıktığı alanı daraltmaya başlar.
Bu noktada net olmak gerekir. “Kadın beyanı esastır” hukukun vicdanı değildir, hafızasıdır. Hukuka şunu hatırlatır; “Sen bu sesi daha önce defalarca görmezden geldin.” Ama hafıza, yargının yerine geçtiği anda adalet, ölçen değil hatırlayan bir şeye dönüşür. Belki de meseleyi en sade haliyle şöyle anlatmak gerekir. Bu cümle bir sonuç değil, bir kapıdır. Kapıyı açar, ama içeride neyle karşılaşılacağını söylemez. Kapının ardında deliller vardır, çelişkiler vardır, suskunluklar vardır, zaman vardır. Hakikat, o karmaşık yapının içinde yavaş yavaş ortaya çıkar. Beyan ise yalnızca içeri girebilmenin koşuludur. Anahtarı putlaştırırsanız, kapının ardındaki odayı boş sanırsınız. Anahtarı yok sayarsanız, o odaya hiç giremezsiniz.
Sonuç olarak “kadın beyanı esastır” bir zafer cümlesi değildir. Bir telafi cümlesidir. Bir çağrıdır, bir uyarıdır, bir eşik tarifidir. Doğru yerde durduğunda adaleti mümkün kılar, yanlış yere konduğunda yeni adaletsizlikler üretir. Olgunluk da tam burada başlar…Bir cümleyi ya totemleştirmek ya da şeytanlaştırmak yerine, onu ait olduğu yerde ve taşıyabileceği ağırlıkta tutabilmekte. Çünkü bazı cümleler vardır, bağlamından koparıldığında slogan olur, bağlamına yerleştirildiğinde adalet…











