Bir Takımı İç Düşman Gibi Görenler mi Bölücü, Yoksa Kürtler mi?
Amedspor’a yapılanları sadece Bursa’daki “beyaz Toros” pankartıyla açıklamaya kalkışmak, buzdağının görünen ucuna bakıp “deniz sakindir” demek kadar yanıltıcı olur. Çünkü o pankart, bir tribün şakası değil, karanlık bir tarihin küflenmiş arşivinden özenle çıkarılmış bir hatırlatma aracıdır. Bazı semboller vardır ki, kimse onları “yanlışlıkla” seçmez. Beyaz Toros da bu ülkede kimsenin yanlışlıkla seçemeyeceği kadar ağır bir hatıranın adıdır.
Birkaç ay önce Adana Demirspor’un Turan müziğiyle sahaya bir tür “ata sporu miting alanı” atmosferi kurması, Ümraniye’nin 16 devlet bayrağını dizip üstüne mehteri bindirmesi de tesadüf değildir. Bunlar tribün coşkusu değil, merkezden taşraya yayılan kimlik talimatlarının popüler birer halk dansıdır. Bir çeşit milliyetçi koreografi… Stadyuma giren herkes, ister istemez sahnelenen bu büyük oyunun figüranı olur.
Bu ritüellerde nostalji yok, hiyerarşi var. Turan müziği bir melodi değil, “Biz buranın sahibiyiz” diyen bir bildirim. Mehter sadece ritim değil, “Adımlarınızı bizim tempomuza uydurun” diyen bir komuttur. Ümraniye’nin dizdiği 16 bayrak ise tarihsel bir panorama değil, güncelleştirilmiş bir kimlik talimatnamesidir. Hal böyle olunca, karşımızda futbol değil, devlet aklının tribünlerdeki gölge oyunu durur. Ve bu gölge oyununun en karanlık noktasına düşen gölge, Amedspor’un gölgesidir.
Çünkü Amedspor, bu ülkede yalnızca bir takım değil, resmi söylemin artık halının altına süpüremediği bir hakikatin adı. Bir turnusol kağıdı gibi… Kürt meselesine dokunan herkesin elinde mutlaka iz bırakır. Kim bununla yüzleşmek istemiyorsa, ilk panik atak onda başlar. Bu yüzden Amedspor deplasmanları yıllarca yasaklanmış, cezalar bir mahkeme değil, bir mühendislik faaliyeti gibi işletilmiş, sahada saldırıya uğradığında bile gerekli tedbirler alınmamıştır. Çünkü Amedspor sahaya sadece 11 oyuncu çıkarmıyor, bu ülkenin bastırılmış hafızasını da çıkarıyor.
Beyaz Toros pankartı bu hafızaya vurulan en çıplak darbe. Ama Ümraniye’nin mehterli karşılaması ve Adana Demir’in Turan müzikli şovu da ondan daha masum değil, onlar aynı niyetin daha cilalı, daha kültürel ambalajlara sarılmış hali… Biri kaba kuvvetin, diğeri inceltilmiş hegemonya sanatının tezahürü. Kaba olan tehdit eder, ince olan hizaya sokar.
Kürt kimliğine yönelik ısrarlı tahammülsüzlüğün dili yıllardır değişmiyor, sadece dekoru değişiyor. Bir zamanlar karakolun diliyle konuşan tavır, bugün tribünün diliyle konuşuyor. Devlet arşivlerinde başlayan kolonyal tepeden bakış, artık tribünlerde yüzünü boyayıp sahaya inmiş durumda. Bugün mehterle karşılanan rakibin kim olduğuna değil, kim olmadığına bakılıyor…“Bizden değilse biz ona kim olduğumuzu hatırlatırız.”
Futbol sahaları bazen bir oyundan çok, bir ülkenin rüyalarının sahasıdır. Türkiye’nin rüyasında ise Amedspor hala hoşa gitmeyen bir misafir, kapıyı çaldığında herkesin “Bu da nereden çıktı?” dediği bir gerçeklik gibi duruyor. Bir ülke kendi vatandaşını misafir kategorisine koyuyorsa, evin gerçek sahipliği çoktan tartışmalı hale gelmiştir.
Bugün stadyumlarda duyulan şey yalnızca tezahürat değil, bir halkın eşit yurttaşlık talebine duyulan asırlık alerjinin yankısıdır. Ve bu alerji, tribünde kendini bazen bir pankartla, bazen bir marşla, bazen bir ırkçı sloganla belli eder. Ne yazık ki herkes bunu “fanatizm” diye geçiştiriyor. Oysa bu sahneler, memleketin siyasal bilinçaltının canlı röntgenidir.
Tam da bu nedenle asıl soru şudur;
Türkiye kendi vatandaşlarının bir bölümünü tribünde aşağılanacak bir kimlik gibi görüyorsa, o ülke gerçekten kendini “tek parça” sanmaya devam edebilir mi?
Ve dahası, kendi yurttaşını ‘iç düşman’ gibi konumlayan zihniyet mi bölücüdür, yoksa eşitlik talep eden Kürtler mi?
Bu sorunun cevabı, tabeladaki skorla değil, tribünlerde dolaşan hayaletlerle verilir.











