Zamanı rehin alan adalet
Cezaevi önünde bir cümle yankılandı: “Me ciwan da wana, wana kal bidine me.”
Yani, “Biz onlara genç verdik, onlar bize yaşlanmış olarak verecek.” Bu söz, yalnızca bir sitem değil, bir tarih kaydı, bir toplumsal muhasebe. Çünkü bu cümlede bir halkın yitirilmiş zamanı, bir ülkenin rehin alınmış vicdanı ve adaletin bedeli gizli.
Selahattin Demirtaş’ın 2016’da başlayan tutukluluğu, artık yalnızca bir yargı dosyası değil, bir ülkenin adaletle kurduğu ilişkinin aynasıdır. Dokuz yıl boyunca içeride olan sadece bir siyasetçi değildi. Zaman, umut, gençlik, inanç ve adalet duygusu da hücreye kapatıldı. Devlet, zamanı cezaya çevirdi. Ama adaletin ironisi burada başlıyor. Hiçbir devlet zamanı tutuklayamaz. Tutukladığı her saniye, toplumun belleğinde bir borç olarak birikir.
Türkiye’de adalet uzun zamandır bir bedel ekonomisi gibi işliyor. Birileri bedel ödüyor, birileri o bedelin üzerinden var oluyor. Birileri özgürlüğünü kaybederken, birileri o kaybın üzerinden meşruiyet devşiriyor. Bu ülkenin politik tarihi, adeta “ödenen bedellerle kurulan iktidarların” tarihidir. Kimse adaletsizliğe doğrudan ortak olduğunu düşünmez, ama herkes o adaletsizliğin yarattığı düzenin içinde yer bulur kendine.
Bedel ödemek, bu coğrafyada neredeyse siyasal kimliğin önkoşulu haline geldi. Birileri yıllarını, hayatını, bedenini veriyor, diğerleri o verilmişliğin üzerinden ahlaki üstünlük inşa ediyor. Oysa adalet, ödenmiş bedellerin değil, artık kimsenin bedel ödemediği bir geleceğin adıdır. Ama biz bu gelecekten hep uzak kaldık, çünkü bedel ödemeyi kutsallaştırdık. Oysa kutsallaşan her bedel, bir başkasının suskunluğuna zemin hazırlar.
Demirtaş’ın dokuz yılı bu yüzden sadece bir haksız tutukluluk değil, bir bedel siyasetinin anatomisidir. Bu ülkede devlet, adaletsizliği sadece cezalandırma aracı olarak değil, toplumu hizaya sokan bir pedagojik yöntem olarak da kullanır.
Bedel ödeyenleri görenler, sıra kendilerine gelmesin diye susar. O suskunluk, adaletin asıl düşmanıdır. Ve suskunluk büyüdükçe, bedel ödemek bir onur olmaktan çıkıp bir kader haline gelir.
Adalet gecikir, çünkü bedel ödemek toplumsal alışkanlığa dönüşmüştür. Bir toplumun en tehlikeli yanı, haksızlığı normalleştirmesi değil, ona anlam yüklemesidir. Biz adaletsizliği sorgulamak yerine ona şiir yazdık, slogan attık, hikayeler kurduk. Ve farkında olmadan, her yeni bedel ödeyeni, sistemin sürekliliğine katkı sunan bir kahraman figürüne dönüştürdük.
Demirtaş davası bu anlamda yalnızca bir adalet talebi değil, bir hesaplaşma çağrısıdır. Hesap yalnızca devlete değil, topluma da aittir.
Çünkü birileri bedel öderken, birileri o bedelin gölgesinde hayat kurdu. Birileri sustu, birileri “denge” dedi, birileri “zamanı değil” dedi.
Ama işte zaman geçti ve bedel ödeyenler yaşlandı.
Devlet zamanı rehin aldı ama aslında hepimiz o rehinliğin parçası olduk.
Şimdi kapı aralanacak, Demirtaş dışarı çıkacak.
Ama asıl mesele onun çıkması değil, bizim nereye girdiğimizdir. Dokuz yıl boyunca adaletin yavaş yavaş eridiği bir ülkede, hepimiz biraz tutsak kaldık.
Ve eğer bu ülke hala adaleti “ödenecek bir bedel” olarak görüyorsa, bu demektir ki biz, bedeli kutsayıp adaleti unuttuk.
Bir ülke, adaletin zamanını kaybettiğinde geleceğini de kaybeder. Çünkü zaman geri dönmez, bedel geri alınmaz. Ve tarih, bu dönemi bir gün şöyle yazacaktır; “Genç verdiler, yaşlı aldılar; ama en çok da vicdanlarını kaybettiler.”












