Beşar Esad’dan ‘sosyalizm’ çıkışı

Beşar Esad, ülkenin ekonomik modelini ve sosyalizm konusu ele aldı ve “Çin modeline uygun piyasa sosyalizmi” vurgusu yaptı.

2011’den bu yana savaşta olan Suriye’nin lideri Beşar Esad, aynı zamanda iktidardaki BAAS partisinin lideri.

Geçtiğimiz günlerde CHP’nin eski genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan ve AKP için “BAAS’çı” nitelemesinde bulunmuştu. soL’dan Yiğit Günay, bugünkü yazısında bu konuyu işledi.

Kılıçdaroğlu bunları söylerken, Suriye’deyse bambaşka bir tartışma yürüyor. Geçen hafta BAAS partisinin toplantısında Beşar Esad, ülkenin ekonomik modelini ve sosyalizm konusu ele aldı ve “Çin modeline uygun piyasa sosyalizmi” vurgusu yaptı.

Esad, toplantıda şunları söyledi:

“Sosyalizm, partimizin önüne bir soru koyuyor: BAAS partisi’nin ekonomik yaklaşımı ne zaman ideolojiden, ne zaman ekonomik temelden hareket eder? Aralarında bir uyum ilişkisi mi, çelişki ilişkisi mi, taviz ilişkisi mi vardır? Aynı anda ideolojik boyuta hem de aynı çerçevede bilimsel ekonomik kurallara yaslanabiliriz. Ekonominin kendini tüketmeksizin ideolojiyi kaldırma kapasitesi nedir? Dediğim gibi, mesele bir denge bulmakta. Sosyal boyutla ekonomik boyut arasındaki denge nedir? İşin aslı tüm bu sorular tek bir mesele etrafında düğümlenir, ama bunlara tüm farklı açılardan bakmalıyız, çünkü ekonomik kurallarla sosyal kurallar arasındaki dengeden söz ettiğimizde ince bir çizgide yürüyoruz. Ekonomik boyut, toplum hilafına, soyut bir şey değildir, çünkü bu durumda kapitalist bir partiye döneriz. Diğer yandan, toplumsal boyutta da soyut bir şekilde ileri gidemeyiz, çünkü devletimiz iflas eder. Velhasıl, ideolojiyle ekonomi arasında bir denge bulabilmek için tüm bunlardan bahsediyorum. ‘Piyasa’ kelimesini yalnız başına kullanırsak, vahşi bir piyasa ekonomisine dönmüşüz demektir. ‘Sosyal’ kelimesi, piyasa rekabetini korurken sosyalist yaklaşımı da sağlar. Piyasa ve sosyalizm birlikte var olamaz diyenler olacaktır. Bu doğru değil, Çin modeli tüm dünya için çok açık. Çin 1978’den beri piyasa ekonomisi ve merkezi sosyalist komünist devlet modeline geçiş yaptı.”

Beşar Esad’ın “sosyalizm” vurgusu nereden çıktı? Ne anlama geliyor? Suriye’nin piyasa ekonomisiyle ilişkisinin tarihi ne? Bu tartışma Türkiye’yi neden ilgilendiriyor?

Bu soruların yanıtlarına dair, Alper Birdal ve Yiğit Günay’ın 2012 yılında yayımlanan “Arap Baharı Aldatmacası” kitabından bir bölümü soL okurlarıyla paylaşıyoruz.

Piyasacılık ve Suriye’de islamcı muhalefet
Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra ABD’yle gelgitli bir ilişki kuran Suriye’de oğul Esad döneminde iktidarın halk tabanını aşındıran liberal politikalar hız kazandı. Suriye yönetimine dost olduğu söylenemeyecek bir kaynak, Onuncu Beş Yıllık Plan döneminde Devlet Planlama Komisyonu başkanlığını yapan Abdullah Dardari’ye yönelik eleştirileri hatırlatıyor. Dardari 2006 yılında bu görevinden alınarak Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı’na getirildi. Onun yerine planlama dairesinin başına gelen Tayssir Raddavi ise açık bir şekilde Onuncu Beş Yıllık Planı “liberal” olmakla eleştiriyor, planın halk tarafından anlaşılamadığını, bu nedenle de halkçı bir plan olmadığını söylüyordu.1 Raddavi’ye göre Onuncu Beş Yıllık Plan, Suriye’yi “sosyalizm” yolundan “sosyal piyasa ekonomisi” yoluna çevirmişti ve liberalleşmenin özellikle toplumun düşük gelir seviyesine sahip kesimleri üzerindeki etkisi çok olumsuzdu.

Gerçekten de Suriye’de ücret ve maaşların milli gelir içerisindeki payı 2000’lerin başlarından beri düşüyordu. 2005’te, yani Onuncu Beş Yıllık Plan’ın ilan edildiği yılda bu oran yüzde 32 iken, 2007’de yüzde 30’a inmiş, reel ücretlerin artış hızı 2005’teki yüzde 9,2’lik düzeyinden 2007’de yüzde 3,2’ye gerilemişti.200 Raddavi’nin eleştirisinde dile getirdiği “sosyal piyasa ekonomisi” kavramı ise yalnızca Dardari’nin değil, devletin resmi söylemi haline gelmişti.

“Piyasa”nın başına getirilen “sosyal” sıfatı 19 milyon Suriyeli’nin bir çırpıda, yararlandıkları kamusal hizmetlerden ve devlet sübvansiyonlarından edilmeyeceklerini ima ediyordu. Bir açıdan bakıldığında bu tartışma Suriye’nin kendine özgü liberalleşme sürecinin özelliklerini de yansıtıyor. Nihayetinde Onuncu Beş Yıllık Plan’ın mimarı görevinden alınmış, yerine gelen kişi planı “halkçı olmamakla”, piyasacılıkla eleştirmişti. Ama eleştiriye maruz kalan Dardari gibi isimler yine de ekonomi yönetiminde önemli mevkiler işgal etmeye devam ettiler.

Baas yönetimine hayırhah bakmayan ve ülkenin Katar’ın yolundan gitmesi gerektiğini savunan kaynak, 2011 Martı’nda patlak veren siyasi kriz öncesindeki duruma ilişkin şunları yazıyor:

“Ülke, en son yerli ve yabancı yatırım dalgasıyla çalkalanıyor. Önderlik [Baas], bu açıdan sıra dışı bir iş yaptı. Neredeyse Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri veya Suudi Arabistan’dan gelen yeni yatırımların duyurulmadığı tek bir hafta bile geçmiyor. Benzer haberler yeni kurulan ‘holding’ şirketlerine yatırım yapan yerli yatırımcılardan da geliyor gibi görünüyor. Yatırım yapma riskini göze alanlar, gayrimenkul yatırımlarının (çoğunluğu halen boş arsa durumunda) değerinin büyük bir hızla arttığını görerek, şu ana kadar bonkörce ödüllendirildi. Bu da daha fazla yatırımı teşvik etti ve yüksek fiyatlar ve daha çok yatırımdan müteşekkil bir yararlar silsilesi ortaya çıktı. Göz ardı edilemeyecek üçüncü olgu da ülkenin yabancı yatırımcılar ve daha liberal bir ekonomiye doğru gitme eğiliminin artık geri döndürülemez olması.”2

2008 yılında Wall Street Journal gazetesinde ise şunları okuyoruz:

“Geçtiğimiz aylarda Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’la görüşen Amerikalı şirket temsilcileri, Esad’ın İsrail’le yapılacak daha geniş kapsamlı bir barış anlaşmasının bir parçası olarak ABD’ye uygulanan mali yaptırımları kaldırmak niyetinde olduğunu söyledi. Temsilciler, Suriye liderinin ülke ekonomisinin dünya ekonomisine daha doğrudan entegre edilmesini görmek istediğini de belirttiler.”3

“Yatırımlar” ve liberalleşme hiçbir zaman uluslararası ilişkilerden ve siyasi sonuçlardan bağımsız gerçekleşmiyor. ABD’li şirket temsilcilerinin Esad’la görüştükleri bu dönemde AKP’nin İsrail’le Suriye arasında yeni barış görüşmeleri başlatılmasına aracılık yapmaya soyunduğunu da hatırlayalım.

Bu gelişmelerin Baas iktidarının sınıfsal karakteri içerisinde değerlendirilmesi, liberalleşme sürecinin bugünkü müdahale tehditlerine kapıyı nasıl araladığını daha anlaşılır kılacak. Suriye uzmanı Raymond Hinnebusch, 2007’de yayımlanan ve Baas rejimini “otoriter popülizm” diye nitelediği Suriye, Tepeden Devrim başlıklı çalışmasında bugün ülkede yaşanmakta olan durumun nesnel kaynaklarına ilişkin ipuçları sunan şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Sonuç olarak görünüşte güçlü olan otoriter devlet, hedefe yavaş adımlarla ilerlemeye mahkûm oldu; politikası süregiden devletçilikle yarım yamalak iktisadi liberalleşme arasına sıkıştı. Devletin siyasi özerkliğine, karşılamak zorunda olduğu çelişen çıkarlar (bürokratik çıkarlar, burjuvazinin çıkarları ve popüler çıkarlar) tarafından gem vurulmuş, bu ise hem devletin yeteneklerini azaltmış hem de ekonomiyi tekrar canlandırmak için yapılması gereken reformlara engel olmuştur. İki sonuç bu açmazı çözebilir: Birincisi, kapitalist piyasaya yeniden tam entegrasyonla [otoriter popülist] devlet-burjuvazi ittifakının kapitalist gelişmenin bekası adına kitleleri dışlaması. Bunun alternatifi ise devlet seçkinlerinin ve burjuvazinin liberal kanatlarıyla sivil toplumun ayakta kalabilmiş unsurları arasında demokratik bir koalisyonun kurulması yoluyla demokratikleşmenin ilerletilmesi ve böylece bütün kesimlerin, popülizm sonrası düzende kapitalizmin yükleri ve getirilerinin hakkaniyetli bir biçimde dağıtılması için mücadele etme özgürlüğüne kavuşması. Suriye örneğinde bu ittifaklardan ikisi de gerçekleşmemiştir.”4

Kapitalist modernleşmenin eşitsiz gelişimi konusunda aydınlatıcı bir yanı bulunsa da, bu değerlendirme, anılan “iki seçenekten” başka bir yolun daha bulunduğu gerçeğini görmezden gelmesi nedeniyle fazlasıyla ideolojik kuşkusuz. Diğer yol, kırk yıllık modernleşme serüveni içerisinde ciddi bir nicel ve nitel birikime kavuşan Suriye işçi sınıfının iktidara talip olabilmesi, yani gerçek anlamda bir sosyalist devrim yolu… Dahası “demokratik koalisyon” diye adlandırılan seçeneğin Hinnebusch’un iddia ettiği gibi daha fazla özgürlük ve eşitlik vaat eden bir yol olduğunu söylemenin ne teorik ne de pratik bir dayanağı var. Yazarın bahsettiği iki seçenek, yalnızca Suriye’nin emperyalist sistemle eklemlenme biçiminin niteliksel bir değişime uğraması düzleminde anlamlı bir ayrıma karşılık geliyor.

Yazarın değerlendirmesinin bu dezavantajlarına rağmen, Sovyetler Birliği sonrası dünyada Baas yönetiminin yaşadığı çelişkinin “kamuculukla piyasacılık arasındaki sıkışmadan” kaynaklandığını saptaması önem taşıyor. Bu sıkışma özellikle son on yılda daha fazla piyasacılık tarafına doğru meyledilmesine karşın ortadan kalkmadı. Çünkü tam anlamıyla piyasacı yola girmek, Suriye’nin bildiğimiz şekliyle Ortadoğu’daki varoluşunun ortadan kalkması anlamına gelecekti. Esad yönetimi liberalleşme politikasının her adımında bu gerilimi fazlasıyla hissetti. 2009 ile 2010 sonu arasındaki dönemde Erdoğan, “kardeşi Esad”ı bu gerilimden korkmaması yönünde cesaretlendirmekle meşguldü. Erdoğan’ın Esad’ı cesaretlendirirken, piyasacılık doğrultusunda atılan her yeni adımın ülkedeki islamcı muhalefetin tabanını genişleteceğinin farkında olduğunu varsaymamız için ise tarihsel nedenler var. Bu bağlantıyı kavramak için altmışların başından bugüne kısa bir tarih gezisine çıkmamız gerekecek.

Mısır’la Suriye’nin birlik projesi üç yıl yaşayıp 1961’te iflas ettikten sonra Baas partisi içinde gücünü artıran genç subaylar ve radikal aydınlar, partinin Altıncı Ulusal Kongresi’nde Panarabizm’i daha fazla İsrail karşıtlığı ve petrol şeyhliklerini İsrail’e karşı verilen mücadelenin dışında tutmak üzerinden tanımlandılar. Kongrede partinin sosyalizm çağrısı güçlendirildi, ancak Arap birliği vurgusunun yerine “tek ülkede sosyalizm” fikri benimsendi. Kamulaştırma, sanayi hamlesi, toprak reformu gibi başlıklarda daha kararlı adımlar atılması için burjuvaziyle mücadele edilmesi gerektiğinin altı çizildi.

Partinin yeni önderliğinin geliştirmeye çalıştığı bu siyasi doğrultu, hem burjuvazinin hem de parti içinde Mişel Eflak’ın başını çektiği geleneksel Baasçıların muhalefetiyle karşılaştı. Bu yeni siyasi doğrultuya karşı ilk olarak ticaret burjuvazisinin desteğini arkasına alan Müslüman Kardeşler harekete geçti. Örgütün Hama’da 1963’te başlattığı ayaklanma, Baas içinde Arap milliyetçisi Mişel Eflak çevresinin elini güçlendirdi ve ayaklanmanın ardından bir kez daha liberal Selahaddin el Bitar başkanlığında bir hükümet kuruldu.

Yeni hükümet, burjuvaziyi ve kentli orta sınıfları memnun etmeyi amaçlıyor, anayasal haklara saygılı olacağını duyuruyor, kamu sektörünün artık yeterince geniş olduğunu vurguluyordu. Ancak, diyor Hinnebusch, “Bu, ne muhalefete ne de Baas soluna kabul edilebilir gelmedi; kendisinin kontrol edemediği bir ‘sosyalist’ rejime güveni olmayan burjuvazi yatırımlarını azaltmaya, sermayeyi yurt dışına kaçırmaya devam etti. Rejimin, ekonominin tepe noktalarını ele geçirmeden bu kanamayı durdurması olanaksızdı.”5 Burjuvazinin, iktidar tekrar ona teslim edilmediği sürece memnun edilemeyeceği gerçeğini gören Baas’ın sol kanadı, parti içerisinde kontrolü yeniden ele geçirerek Bitar hükümetini devirdi. 1965’te Baas’ın kısa süren “sosyalist dönüşümü” başladı. Bu, sanayide büyük işletmelerin kamulaştırılması, dış ticaretin devlet tekeline alınması, iç ticaretin kamu kontrolüne girmesi ve böylece ticaret burjuvazisinin marjinalleştirilmesi ve bunlara eşlik eden bir toprak reformu anlamına geliyordu. İslamcı muhalefet bu süreçte bir kez daha ticaret burjuvazisiyle el ele vererek, bu dönüşümlere karşı ayaklandı ve bir esnaf grevi örgütledi; ancak yenildi.

Baas’ın sosyalizan yönelimleri 1967 Arap-İsrail Savaşı ve bu savaşta Golan Tepeleri’nin kaybedilmesi ile sekteye uğradı. Savaşta alınan yenilgi, parti içerisindeki sosyalist kanadın güç kaybetmesine ve başını Hafız el Esad’ın çektiği “gerçekçi” subayların galebe çalmasına neden oldu. Hafız Esad, ilk olarak 1968’de yapılan 4. Bölge Kongresi’nde parti önderliğine karşı sesini yükseltti. Önceliğin askeri harcamalara verilmesi gerektiğini, bunun da ancak Körfez şeyhlikleri tarafından finanse edilebileceğini savundu. “Gerçekçi” Esad, Körfez şeyhlikleri, Ürdün ve Irak’la bir “Doğu Cephesi” oluşturulmasını istiyor, baş gösteren döviz kıtlığının özel sektörün güçlendirilmesiyle aşılabileceğini söylüyordu.6

1970’te Suriye ordusunun Filistinlileri savunmak üzere Ürdün Kralı Abdullah’a karşı harekete geçmesini isteyen Baas önderliğinin direktifini dinlemeyen Esad, görevinden alınmak istendi. Esad ise buna bir askeri darbeyle karşılık verdi ve yönetimi ele geçirdi. Hafız Esad’ın ilk işi Baas içinde temizlik yapmak oldu. Bununla birlikte partinin kitleyle bağlantılarının korunmasına özen gösterdi. Bir yandan iktisadi alanda liberal politikalara yönelir, Körfez monarşileriyle arasını düzeltmeye çalışırken, diğer yandan Nasırcıları, Arap sosyalistlerini ve komünistleri de içeren “Ulusal İlerici Cephe”yi kurdu.

Hinnebusch, Esad’ın 1970’ten sonra Müslüman ve burjuva görüşleriyle uzlaşma çabası içinde olduğunu belirtiyor: “Esad kendisini dindar bir Müslüman olarak sundu, ulemayı genişletti ve özel sektörü yeniden canlandıran bir iktisadi liberalleşme politikası başlattı. Ancak Sünni mahallesinde rejimin gayrimeşru bir mezhep egemenliğine dayandığı imajını yıkmayı başaramadı. Dahası iş çevreleri de halen verimsiz ve sevimsiz devlet memurlarıyla uğraşmak ya da yozlaşmış olanları beslemek durumundaydı ve devletin ticarete yaptığı yeni müdahaleler nedeniyle güvensizlik içindeydi.”7 Liberalleşmeyle el ele giden bu çelişkili politikaların sonucu, Hama’da 1976 ile 1982 arasında devam eden Müslüman Kardeşler saldırılarının 1982’de kanla bastırılması oldu. Liberalleşme ile islamcı kalkışma yine iç içe geçiyordu.

Hama ayaklanmasının ardından bir süre liberalleşme politikalarından geri adım atıldı. Ancak 1986-88 arasında “ikinci infitah (açıklık)” politikası başlatıldı. Doksanlı yıllar ise Suriye’de iktisadi liberalizasyon dalgasının derinleştiği bir dönem oldu. Doksanların başında oluşturulan, başbakanlığa bağlı İthalat, İhracat ve Tüketimin Rasyonalizasyonu Komitesi’ne ticaret ve sanayi odaları da dâhil edildi. Böylece burjuvazinin iktisadi kararları etkileme gücü bir hayli arttırıldı ve popülist korporatizm yerini daha büyük ölçüde “düzenleyici” bir devlet anlayışına bıraktı. Seksenli yılların sonunda ticaret burjuvazisi daha fazla iktisadi liberalleşme ve siyasi katılım talep ettiğinde, meclisteki sandalye sayısı 195’ten 250’ye çıkartılarak, milletvekilliklerinin üçte biri bağımsızlara bırakıldı. Bağımsızların büyük bölümü sermayedarlardı, ama yine de meclisteki çoğunluk Ulusal İlerici Cephe’nin elindeydi.8

Bir kez daha liberalleşmeye, islamcı ideolojiye verilen ödünler eşlik ediyordu:

“… Siyasi liberalleşme sürecinin istikrarı ve ilerlemesi siyasal İslam’la yapılan tarihsel bir uzlaşmaya dayanıyordu ve Esad, bu uzlaşmayı beslemek adına camiler açtı, ulemayı himaye etti ve medyada İslam propagandası yaptı. Esad, Alevileri ana akım İslam’a doğru çekmeyi denedi. İslamcı akımları yönlendirmek ve rejime meşruiyet kazandırmak için (El Ezher benzeri) muhafazakâr bir İslami kurumun oluşturulmasını bile teşvik etti.”9

2000’li yıllarda, oğul Esad dönemindeki yönelimlere ise yukarıda kısaca değindik. Bu kısa tarih turunun Baas iktidarının temel çelişkilerinden birini yeterince aydınlattığını umuyoruz. Çelişki, bir kez daha söylersek, şöyle formüle edilebilir: Piyasacı politikalara yöneliş burjuvaziyi güçlendirirken iktidarın kitle tabanını zayıflatıyor; iktidarın kitle tabanı zayıfladıkça burjuvazinin bazı kesimleriyle el ele veren islamcı muhalefet, rejimin meşruiyet kaynaklarına daha şiddetli bir şekilde saldırarak güç kazanıyor. Yani Baas iktidarının kırk yılı aşkın pratiği, sosyalizmle kapitalizmin bir arada yaşayamayacağını, eninde sonunda bunlardan bir tanesinin galebe çalmak durumunda olduğunu gösteriyor. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından belirli rezervleri koruyarak piyasa yoluna giren Baas yönetiminin bir kez daha önderliğini islamcıların yaptığı muhalefetle başının belaya girmesi bu nedenle şaşırtıcı değil. Kuşkusuz islamcılar tek başlarına Suriye’nin başına çorap örmediler. Baas yönetiminin çelişkilerini iyi okuyan emperyalizm ve işbirlikçileri, Arap coğrafyasındaki gelişmelerin Suriye’de de bir rejim değişikliğini beraberinde getirmesi, Suriye’de de bir “uyumlu İslam” rejimi kurulması için düğmeye bastı. Düğmeye basılmasını ise, müdahale öncesinde bir yandan ülkeyi baskı altında tutarken, diğer yandan piyasayla daha fazla kucaklaşmaya teşvik eden taşeronlarının çabası kolaylaştırdı.

“It’s the economy, stupid”, Syria Comment, 30 Ekim 2009
2. “Five undeniable facts about the Syria that I saw”, Syria Comment, 24 Aralık 2007
3. Solomon, Jay; “Syria seeks U.S. role in talks”, The Wall Street Journal, 31 Mayıs 2008
4. Hinnebusch, R.; Syria. Revolution from Above, Taylor&Francis, New York, 2007, s.12
5. R. Hinnebusch, age, s.48
6. R. Hinnebusch, age, s. 55-56
7. R. Hinnebusch, age, s.92
8. R. G. Rabil, age, s. 145
9. R. Hinnebusch, age, s.107

Sol Haber

DAUSEN

Girne Belediyesi

Gönyeli Alayköy Belediyesi