KATLİAM ÇUKURUNA BARIŞ EKTİLER
Annan Planı Referandumunun 20. yıldönümünde iki topluma da örnek olması gereken bir hikaye... Annesini ve dört kardeşini 14 Ağustos 1974’te kaybeden Hüseyin Akansoy, evlatları ile birlikte katliamın yaşandığı köye yeniden hayat verdi. En küçük kız kardeşin ismini taşıyan ‘SibelA Organik Çiftlik’, yaşanan sarsıcı acıların üstüne barış tohumları ekiyor.
Bugün Kıbrıs/Ayşemden Akın – Fotoğraflar: Emine Yüksel
Dış güçlerin desteğiyle Kıbrıs’ta toplumlar birbirine karşı büyük kötülükler yaptı. Kurdurulan yeraltı örgütleri aracılığıyla büyük suçlar işlendi. 1950’lerden sonra azan olaylar, 1974’te çok kanlı bir savaşla son buldu. Özellikle Türkiye’nin İkinci Harekatı Kıbrıs’taki iki başat toplumun yani Kıbrıslı Rumların ve Kıbrıslı Türklerin arasında derin yaralar açtı. Siviller öldürüldü, aydınlatılamamış cinayetler işlendi, tecavüz de tabii ki her savaşta olduğu gibi bir yöntem olarak kullanıldı. İşte Muratağa, Sandallar ve Atlılar köylerinde yaşanan katliam da böylesi bir dönemde oldu. Toplam 200 kişilik bu üç Türk köyünde yaşayan 130 kişi, EOKA’cı Kıbrıslı Rumlar tarafından topluca katledildi. Katliam çukurunun üzeri örtüldü ama dışarıda kalan bir eli gören çoban yetkililere haber verince vahşet ortaya çıktı.
1974 savaşında Hüseyin Akansoy 18 yaşındaydı. Muratağa köyündeki çiftliklerini geliştirmek için üniversiteye, İstanbul’a veteriner hekim olmaya gidecekti. Babası ile birlikte savaşta esir alındı. 100 güne yakın esir kamplarında tutuldu. 14 Ağustos 1974’te İkinci Harekat günü başka bir esir kampına taşınırken o sırada köyde bir arada tutulan kadın, çocuk ve yaşlılar katledildi. Aralarında Akansoy’un annesi, iki kız, iki de erkek kardeşi vardı.
Aradan yıllar geçti, o travmaların yaşandığı topraklardan kopamayan Hüseyin Akansoy, eşi, oğlu ve gelini ile birlikte, kaybettiği ailesinin anısını yaşatmak, oraya yeniden hayat vermek için köyüne döndü. Şimdi doğduğu evde, 45 dönümlük bir arazinin üstünde organik tarım yapıyorlar. Şehirlerdeki yaşamlarını bırakıp köklerine sarılıyorlar. Bu coğrafyanın gördüğü acıyı, toprağı temizleyerek, güzel şeyler üreterek azaltıyorlar. Şahit olunan kötülüklere inat, kimyasaldan uzak, sağlıklı ürünler üreterek Avrupa standartlarındaki üretimlerini insanlara sunuyorlar. Ürettikçe var olmanın, var oldukça paylaşmanın tadını çıkarıyorlar.
Hüseyin Akansoy ve “kızım” dediği gelini Huri Akansoy ile ‘SibelA Organic Farm’ın sıra dışı hikayesini konuştuk…
– İnsanın hatırlamak istemeyeceği anıların olduğu bu topraklara dönerek üretim yapması sanki bir başkaldırı gibi… Nasıl gelişti bu süreç, neler yaşandı?
Huri Akansoy: Babamın içinde her zaman burayı yaşatma arzusu vardı. 80’lerden beri zaman zaman girişimleri de oldu ama vaktin çoğunu burada geçirmek gerekiyordu. Beş yıl önce bu kararı aldık ve çalışmalara başladık. Haftanın çoğu gününü burada geçiriyoruz. İşi doğru yapabilmek için organik sertifikasyon belgesini aldık. Avrupa Birliği’nin düzenlediği çeşitli eğitimlere katıldık. İlk üç yıl toprağın geçiş sürecini tamamladık ve 45 dönümlük alana zeytin, buğday, meyve-sebze ektik. Ticari olarak başlamadık. Kendimiz için ekiyoruz, kalanı paylaşıyoruz. Keyif aldıkça, bu paylaşım çoğaldıkça, insanlar takdir edip talepkar olunca işleri biraz büyüttük. Üç yıldır satış da yapıyoruz. Haftada iki gün, Pazartesi ve Perşembe sabahları ürünlerimiz dağıtıma çıkıyor. Girne’de Kyrenia Life Organic’te ve İskele’de Zerzevat by Ağagil’de satış noktamız var. Ayrıca abonelerimiz var, onlara da kendimiz ulaştırıyoruz. Günü geldiğinde Yeşil Hat üzerinden güneye de ürünlerimizi ulaştırmak istiyoruz.
Hüseyin Akansoy: Ben burada doğdum. Ailemin çoğunu burada kaybettim. Hayatta bir tek ben ve babam kalmıştık. Kaybettiğim aile bireylerinin hatırlarını canlı tutmak gibi bir derdim vardı. Sürekli olarak buraya gelmek arzusundaydım diye sürekli girişimlerim de oldu. Çok kolay olmuyor. Sürekli başında olmazsanız emek harcadığınız alanlarda başarılı olamıyorsunuz. Ta ki Erbay (oğlu) ile Huri (gelini) el atıncaya kadar. Onların böyle bir istek duymaları beni çok mutlu etti ve biyoloji öğretmenliğini bırakıp haftanın çoğu gününü burada geçirmeye başladım.
Huri’nin bu kadar yetenekli olabileceğini düşünmezdim, şehirde doğdu büyüdü ama bahçeci oldu. Müthiş bir mutluluk duyuyorum çünkü yok edilmeye çalışılan bir aile burada yaşıyor şu anda. Sanki bir görevi, bir borcu yerine getirmişsiniz gibi bir duygu. İnsanların ilgisi de arttıkça daha da iyi hissediyorum.
Güneyden de gelen dostlar var, ilk başladığımız halini ve şimdiki halini biliyor. Bu uğraş benim açımdan artık meyvesini verdi. Bu ülkede neler yaşandı ve gerçekten o koşullarda büyük darbe yemiş insanların hala barış için, ülkenin birleştirilmesi için mücadele ediyor olması, birbirini destekliyor olması çok önemli.
– Katliamı yapanlar yaşıyorlar mı?
İki toplumun da yaşadığı bu acı olaylar araştırılsın, konuşulsun istedik, ‘hakikat komisyonları’ kurulmasını istedik, gelip de anlatsınlar, neydi esas dert onu bilmek istedik. Hala hayatta olanlar var. Bir tanesi teoloji öğretmeni şu an. Din dersleri veriyor, başlangıçta ‘milli bir görevdi yaptık’ dedi. Daha sonra gel anlat dedik hep inkar edildi. EOKA hala bunları takip ediyor, gerekli tehditleri yapıyor sanırım. 3-5 kişi kaldı geriye ama konuşmaları zor.
– O günlerden bugünlere… Nasıl bıraktınız, nasıl buldunuz buraları?
Köyde yerleşik düzenimiz, hayvanlarımız vardı. Veteriner hekim olacak, çiftliği büyütecektim. Bilimsel ölçüler içinde bunu geliştirmek vardı aklımda fakat ben döndüğümde hayvanları değil insanları bile bulamadım. O travmayla babam ‘git İstanbul’a bir sene dolaş bu şekilde okuyamazsın’ dedi. İyi ki gitmişim, iyi bir şey oldu ve sevgili eşimi orada tanıdım. Öğretmen olacaktı. Benim de okumam lazımdı. İstanbul’daki ilerici arkadaşlarla birlikte olmak, birbirimize sahip çıkmak, ki benim nasıl bir şey yaşadığımı bilmiyordu onlar, birlikte mücadele etmek çok iyi geldi. 1974’ün Ekim’inde Veteriner Fakültesine başladım. İyi niyet vardı, hemen kaydımı yaptılar.
1980’de döndüm. “Sen tiyatro oynarsın ha” dediler… Solcu oyunlar oynuyorduk, “Buzlar Çözülmeden” oyununda Deli Kaymakam’ı oynuyordum. KÖGEF’in tiyatro grubu olarak büyük yerleşim yerlerini gezerek peş peşe dört beş oyun oynadık. Koroda da arkadaşlar vardı. Birilerine göre ‘çok tehlikeli’ işler yapıyorduk ve kinleri hiç bitmedi.
– Aileniz şehit oldu, buradaki otorite buna kayıtsız mı kaldı? Şehit aileleri arasında sağcı-solcu diye ayrım mı yapıldı?
UBP’nin o zamanki duruşu şimdiki gibi bile değildi, şimdi de olumlu bir yanı yoktur ama o zaman korkunç bir kin, düşmanlık ve ayrımcılık söz konusuydu kendi insanına karşı. “Siz kim oluyorsunuz, ben şehit çocuğuyum” deseydim farklı olabilirdi, durumumu biliyorlar mıydı bilmiyorum. Kiminle ilgiliydiler ki? Otorite olarak kiminle görüştüler, kime destek oldular, kime psikoloji destek verdiler. Adamların dertleri başkaydı. ‘Geldiğin yere geri dön’ dediler bana, “soluduğum havayı da kesebileceğiniz gün dediğinizi yaparım, hodri meydan” dedim. İşte hala buradayım.
– Şimdi gelinen durumu nasıl değerlendirirsiniz? Toplumlararası ilişkilerden, ortak gelecekten bahsediyorum…
Kıbrıs’ın geneli ile ilgili olarak ne yazık ki umutlarımızın çok geriye itildiğini söylemem lazım. İki kez çok yaklaştık, barışı tesis etmek, toplumları bir araya getirebilmek için ama direkten döndü bu çabalar. Ne bizim tarafta ne Rum tarafında buna dönük bir çaba görüyorum. Belki bir hissiyat gelişir diye bekliyorum; Yaşanan şeyleri torunlarımıza mı bırakacağız? Bu iki toplumun niyeti bu mudur? Yeniden mi yaşanacak bu olaylar? Bunun yaşanmaması için atmamız gereken adımlar yok mudur? Söyleyin bana! Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Orada çok değerli arkadaşlarım var, bizimle aynı görüşü paylaşıyorlar ama onların da gücü bütün toplumu dönüştürmeye yetmiyor.
– Peki ne olacak, ne yapacağız? Hiç mi iyi bir şey yok?
Nikos Hristodulidis’ten barış yapmasını bekliyoruz. Crans Montana’yı yıkan adamdan çözüm bekliyoruz. Barış anlaşmasını kendisi yapmak için mi masayı yıktı? Ben öyle olduğunu düşünmüyorum ama yine de ilahlar karar verirse bir şeyler de değişebilir. Türkiye’nin ekonomik durumu bir şeyleri aniden değiştirebilir.
– Kıbrıslı Türk toplumun halini nasıl görüyorsunuz? İnsan yığını haline dönen amaçsız bir topluluğa dönüştüğünü düşünür müsünüz?
Kıbrıslı Türk kavramı etrafında müthiş kavgalar ederdim, en küçük bir hor görme, küçümseme hali oldu mu şahin kesilirdim ama ben bugünkü Kıbrıslı Türk toplumunu tanımıyorum. Tatlısu yoluna bakın, yol boyunca koskoca tabelaları göreceksiniz. ‘Sahibinden Satılık’… Kim kimin malını satıyor, orada Türk malı yok ki. Bizim burada ovaların dönümü bile 2 bin sterlindi, şimdi 7 bin sterlin oldu. Sıra buralara da gelecek.
Elindeki Rum mallarını büyük bir hevesle hatta komşusununki kendininkinden önce satılırsa büyük bir kıskançlıkla, bu malları satmanın peşine düştü. Bir an evvel olsun istiyor. Artık bu toplumu para yönetiyor. Gençliğimizden bu yana hep idealler kurduk. Şimdi para her şey oldu. Bunu elde etmek için her yol mubah. Rum’un malını satıp para kazanmak varken barış için ne koşacağım, ne uğraşacağım, amacım oğluma kızıma ev, BMW alayım diye düşünüyor artık…
– Neden oldu bu? Ne yapılabilir, mesajınız nedir?
Yaşanan umutsuzluklar da bunu pekiştirdi. Kıbrıslı Türkler bu sıkışmışlığın içinde kişisel kurtuluş yolunu benimsedi. Kendisinin bir daha savaş yaşamayacağını düşünüyor ama çocuklarının torunlarının nelerle karşı karşıya olduklarının farkında bile değiller.
Güneydekileri de anlamak mümkün değil. Peki ne umuyorsunuz siz? Bu işler burada böyleyken sizin orada görüşmeleri baltalamanız, hala bu adamları seçmeniz nasıl açıklanabilir? Çok garip bir ülke burası.
Yine de buna rağmen uluslararası bazı koşullar yerine gelirse, Kıbrıs’ın etrafındaki zenginliklerin bölüşülmesi söz konusu olduğunda ve bu malların parasını gerçek sahiplerine ödediğimizde bir şeyler düzelebilir. Umarım bu çabuk olsun ve ölmeden görelim, bütün beklentim bu.