“Yaşarken bir kez daha evimi görmek zorundaydım”
Gazeteci Simge Çerkezoğlu, 1974’te adayı terk edip Yunanistan’a oradan da Prag’a göçen Kıbrıslı yazar Vivian Ploumbis ile göç yollarındaki yaşamını ve kitaplarını konuştu...
Vivian Avraamidou Ploumbis, Prag’da yaşamını sürdüren ancak kalbi Kıbrıs’ta atan bir yazar… On altı yaşına kadar hayatını adada sürdürdükten sonra, 1974 yılında ailesiyle Yunanistan’a taşındı. Ancak geride bıraktığı geçmişini hep yanında taşıdı. Nereye göçse, nereye gitse orada bir Kıbrıs buldu. Böylece Kıbrıs’ı zihninde yaşama dürtüsü zamanla Kıbrıs’ı yazma dürtüsüne dönüştü. İkinci romanı Altının Ruhu sayesinde yollarımız beş yıl önce kesişti. Osmanlı’nın adayı ele geçirmesinin ardından Mağusa’dan ayrılmak zorunda kalan Marco Bragadino’nun gerçek hikayesini anlatan bu romanı bir solukta okudum. Ardından Vivian Avraamidou Ploumbis’e ulaştım ancak Prag’da yaşıyordu. O gün sözleştik, bir gün mutlaka Prag’a gidip kendisiyle röportaj yapacaktım. O gün sonunda geldi ve biz Prag’da Kral köprüsüne yakın bir noktada bulunan Kampa parkında buluştuk. Hem kitabını hem de adayı konuştuk.
Kitabı okuduktan sonra elbette yazarını da araştırmadan edemedim. Vivian Avraamidou Ploumbis Kıbrıslı bir ekonomistti aslında. Atina Üniversitesinde ekonomi lisansı, Washington Üniversitesi’nde ise istatistik eğitimi aldığını öğrendim. Hayatı sayılarla geçen birisinin yazmaya başlaması benim için büyük bir merak konusu oldu.
“İlk gençlik yıllarımdan bu yana çok kitap okudum. Ancak aklımda hiçbir zaman kitap yazma fikri yoktu. Bir gün Yunanistan’dan Prag’a gelen arkadaşımla adayı, işgalden sonra yaşananları konuştuğumuz sırada Kıbrıslı Türklerle olan ilişkimi sordu. Ben de esas sorunun biz, Kıbrıslılarla ilgili olmadığını söyledim. Babamdan da böyle bir şey duymamıştım, hatta Kıbrıslı Türklerle birlikte çalıştığından bahsettiğini hatırlıyordum. Tabii benim Kıbrıslı Türklerle yakınlaşma, konuşma şansım olmamıştı. Tarih bilgim resmi tarih üzerinden şekillense de adaya dair duygum böyleydi. Tabii 1960’lı yılların öncesine ilişkin de fikrim yoktu. Hatta 1974’ten sonra büyüdüğüm Mağusa’nın nasıl bir yer olduğunu dahi o zamanlar bilmiyordum. Görmek gibi şansım olmamıştı. Hatta okul yıllarımda, Kaleiçi olarak bilinen, eski Mağusa’yı bile ziyaret etmemiştim. Hiçbir öğretmenimiz de elimizden tutup, bizlere oraları göstermedi. Onlara göre sanırım şehrin o kısmı Kıbrıslı Türklere aitti, biz de Kıbrıslı Rumlar olarak kendimize ait yerde yaşıyorduk. Yaratılan algı buydu. Böylece arkadaşıma bunları anlatmaya çalışırken, bana Mağusa’ya dair daha fazla sorular sordu. O gittikten sonra ben belki de oturup bunlar yazmalıyım diye düşündüm. Böylece ilk kitabımda hatırladıklarımı, Makarios’u Grivas’ı ve Kıbrıslılar olarak yaşadıklarımızı, öğrencilerin deneyimlerini anlattım. Biz hep bir Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama, ENOSIS algısı ile büyüdük ama diğer toplum ne yapıyordu, ne düşünüyordu, hiç bilmiyordum. Oysa birleşik bir adada yaşayan toplumlardık. Neden ENOSIS’ı konuşuyorduk, anlamıyordum. Tüm bu duygularımı yazarak anlatmaya çalıştım. Elbette ben bir tarihçi değildim. Bu nedenle de tüm bunları bir roman üzerinden anlattım. Önce arkadaşlarımla paylaştım. Aklımda yayınlama fikri de yoktu. Daha sonra arkadaşlarımın baskısı ile ilk kitabımı yayınevlerine gönderdim. Böylece Yunanistan’da yayınlandı. Daha sonra Çekçe ve Romence’ye çevrildi. İlk kitabımın Türkçe çevirisi yapılmadı. Ama ismini “Karanlıklar Çökünce” olarak tercüme edebilirim. Hatta Kıbrıs’ta, güneyde, bu kitabımla ödül de aldım. Bu ödül sayesinde iyi yazıyor olabileceğimi düşünmeye başladım. Oysa ben söylediğin gibi her zaman rakamların insanıydım.”
“Maraş’ın her noktasını hatırlıyorum”
Elbette Mağusa’dan, Maraş’tan, geçmişten bahsetmişken, şehre dair hatıralarını bizimle paylaşmasını istiyorum…
“Kuşkusuz Maraş’ı çok net hatırlıyorum. Ayrıldığımızda on beş, on altı yaşındaydım. Hatta her noktasını, her anını hatırlıyorum. Okula gidişlerimizi, okulumu, arkadaşlarımı, komşularımızı… Maraş’ın merkezinde yaşıyorduk. Uzun zaman kapalı kalan bölgede… Daha sonra biliyorsunuz oralar kısmen ziyarete açıldı. Ben de adaya geldim, görmeye gittim. Evimiz Demokrasi Caddesinin hemen paralel sokağındaydı. Maraş’ın hala kapalı bölümüydü ama gidip gördüm. Gitmek zorundaydım. Yaşarken bir kez daha evimi görmek zorundaydım. Merakımı kontrol edemedim. Bir daha Mağusa’ya gelemeyecek bile olsam gizli gizli göreceğim dedim ve gittim. Elbet evimiz boş, yıkıntı halindeydi. Duygularımı anlatmam zor. Üzgün veya hayal kırıklığına uğramış değildim ama sanki zamanda yolculuk yapmıştım. Elli yıl geçmişe, anneme ergenlik yıllarıma döndüm. Uzun uzun baktım. Babama göstermek için bir de video çektim. Kendi kendime konuşmaya başladım. Bugünde değil, geçmişteydim o an. Anlatması çok zor. ”
1974’ten sonra adayı terk edip Yunanistan’a yerleşen Vivian Ploumbis, oradan bir kez daha göç ederek Prag’a yerleşme hikayesini de bizimle paylaşıyor. Hayatında göç önemli bir yer tutuyor…
“1974 yılında savaşla birlikte adadan ayrıldık. Yunanistan’a, Atina’ya taşındık. Kız kardeşim üniversite için zaten Atina’ya gidecekti. Biz de gittik ama orada kimseyi tanımıyorduk. Ben de okula başladım. Bizim için yeni bir başlangıç oldu. Kırklı yaşlarıma kadar Atina’da yaşadım. Eğitim aldım, çalıştım. Uluslararası bir şirkette çalışırken, 1996 yılında şirket bana genel müdürlük teklifinde bulundu. Eski Doğu Avrupa ülkelerinden bir ofise gitmem istendi. Bu şekilde yedi ülke vardı. Hepsini gezdim. En çok Prag’ı beğendim. Daha sonra eşim de bana katıldı. Böylece Prag’da yaşamaya başladım. Burayı, bu kültürü çok seviyorum. İlk başta buradaki insanlarla aynı dili konuşmadığım için zorlandım ama öğrendikten sonra onlardan biri oldum.”
“Zihnimdeki her fotoğrafta Mağusa var”
Kitaptan bahsedecek olursak, romanda Mağusa’yı, Mağusa’da başlayan Avrupa’da devam eden bir olayı anlatıyor yazar… Öyle sanıyorum ki nereye giderse gitsin çocukluk şehrini hiç unutmadı…
“İlk kitabımda da Mağusa vardı. Hayali bir aile üzerinden 1974 öncesinde şehirdeki hayatı anlatıyordum. Savaşın başlaması ile aile adayı terk ediyordu. Biraz kendi hikayemin romanını yazdım. Altının Ruhu kitabımda ise hikaye Mağusa’da başlıyor. Kitabın ana kahramanı Bragadinyo, gerçek bir karakter. Fakat ben onunla ilgili çok bilgiye sahip değildim. Yıllar önce İrlandalı bir yazar tarafından kaleme alınan, kitapta okumuştum. Kitap Prag’dan da bahsediyordu 15. ve 16. Yüzyılda Prag’da İngiliz simyacıların ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu. Kitabın altında, dipnot olarak , Mağusalı Baragadino’dan, en bilinen simyacılardan biri olduğundan söz ediyordu. Tabii bunu okuyunca dikkatimi çekti. Biraz daha araştırmaya çalıştım. Kıbrıs’ta ve Yunanistan’da kayda değer bilgi bulamadım. Venedik’te de bu konuyu araştırdım. Tesadüfen bu konuda Almanca bir kitap buldum. Münih belediyesinin kitabıydı. O dönemi ve Bragadino’yu anlatıyordu. Ben Almancayı iyi bilmiyorum ama yine de ikinci elini buldum, aldım ve çok iyi Almanca okuyabilen bir arkadaşıma verdim. Benim için çeviri yaptı. Böylece o yüz yılı, Bragadino’yu daha iyi öğrendim. Şehrim olan Mağusa’yı zaten hiç unutmamıştım. Aslında ilk kitabım ve bu üçüncü kitabım arasında yazdığım bir kitap daha var. O da Mağusa’dan izler taşıyor. Zihnimdeki her fotoğrafta Mağusa var.”
Biraz daha detaylı kitaptan konuşuyoruz. Tarihi gerçek bir hikayenin içine kurgu katılarak ilgi çeken, yazarın hayal gücünüzden izler taşıyan bir kitap bu…
“Bragadino ana karakter. Onun oğlundan da bahsediyorum. Tabii tarihte Bragadino’nun oğlu olup olmadığı kesin olmamakla birlikte, ben olmasını istedim. Bu hayatı onun için biraz da inşa ettim diyebiliriz. Aynı zamanda Avrupa’ya gitmiş olması bilinen detaylar ama Venedik’e Prag’a gitmesi, benim zihnimin ürünü diyebilirim. Bu şehirlerin o dönemleriyle ilgili pek çok araştırma yaparak, karakterlerimi dönemi ona göre kaleme aldım.”
“Doğduğum toprakları unutamam”
Aslında kitapla yazarın ortak duygusu doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmış olması. Sanki bu kitapla, karakterlerle kendi yerinden edilmişliği ile bağ kurmaya çalışıyor….
“Kitapta yer alan Nestora karakteri var. Esas olarak onun duyguları beni, Mağusa’yı terk etmiş olmamızın yarattığı acıyı çok iyi anlatıyor sanırım. Kendi ruhumu o karaktere yansıttım diyebilirim. Nestora ana vatanını terk edince çok üzülen bir karakter. Bragadino ise daha Avrupalı, Kıbrıs’tan ayrılmış olmayı çok da fazla önemsemeyen karakter. O her yerde mutlu olabilen bir insan. Oysa ben öyle değilim. Ben doğduğum topraklara, çocukluğuma bağlıyım. Elbette farklı yerler ziyaret etmeyi, görmeyi seviyorum ama doğduğum toprakları terk etmek zorunda kalmak içimde ukde bıraktı. Farklı coğrafyalarda yaşayabilirim ama doğduğum toprakları unutamam. Tıpkı kitaptaki Nestora gibi…”
Kitap Yunanca yazıldı, daha sonra Türkçeye çevrilerek Türkiye’de yayımlandı. Yazar sadece Kıbrıslı Rumların değil, Kıbrıslı Türklerin de kitaplarını okumasını istiyor…
“Ben bu kitabımın Türkçeye çevrilmesini çok istedim. Hatta ben tüm kitaplarımın Türkçeye çevrilmesini istiyorum. Çünkü biz Kıbrıslıların tek olduğumuzu düşünüyorum. Kıbrıslı Rumlar nasıl kitaplarımı okuyabiliyorsa, Kıbrıslı Türklerin de okumasını isterim. Türkiye’de yayınevleri ile bağlantısı olan ama Yunanistan’da yaşayan bir Türk yayıncı ile iletişime geçtim. Ondan rica ettim. Böylece kitabımın Türkçeye çevrildi. O günlerde Kıbrıslı Türk yayıncılardan kimseyi bilmiyordum. Artık tanıyorum tabii.
“Türkler kötü, Rumlar iyi diye bir şey söz konusu olamaz”
Yazar yeni kitabının detaylarını heyecan içinde benimle paylaşıyor. Yunanca yazılan bu kitabı çok anlamasam da fotoğraflar etkileyici. Çünkü bu kitap fotoğraflar üzerine hikayeler anlatıyor.
“Son olarak Mağusa ile ilgili bir kitap daha yazdım. Fotoğraflarla birlikte kaleme aldım. Her fotoğrafın kısa hikayesi var. Yaşadığımız trajediyi anlatmaktan öte, yeni kitabımda aynı insanlar olduğumuzu anlatmaya çalışıyorum. Türk askeri gelip yaşadığımız şehri boşaltıp hayalet şehir haline getirdi ama bir Türk askerinin de bundan mutluluk duyabileceğini düşünemiyorum. Sonuçta özümüzde hepimiz insanız. Bu utancı hepimiz yaşıyoruz. Elli yıl geçmiş olsa da öğretmenimizi, bizi Kaleiçi’ne götürmediği için hala yargılıyorum. Hayatta esas olan doğruları anlatmak, bunun sonucunda bir yargıya varmayı kişilere bırakmaktır. Hayatta hiçbir şey siyah beyaz değil. Türkler kötü, Rumlar iyi diye bir şey söz konusu olamaz. Bu kadar basit değil. Çok daha karmaşık. O nedenle ben yazmaya, anlatmaya devam ediyorum. Her yazdığım kitabın Türkçeye çevrilmesini istiyorum.”
Son olarak Maraş’a dair hayallerini sormadan sohbetimizi tamamlamak istemiyorum….
“Öncelikli hayalim Kıbrıs’ın birleştiğini görmek. Fakat doğru söylemek gerekirse çok da fazla umudum kalmadı. Özellikle yapılan son seçimlerden sonra… Hiçbir taraf çözüm istiyor gibi görünmüyor. Belki de oyunu kaybettik. Belki bizden birkaç nesil sonrakiler bir barış görebilir. Bilemiyorum. Ama ne olursa olsun ümit etmeye devam ediyorum. Adayı yakından takip ediyorum. Şimdi şehrimde büyük bir hüznün hakim olduğunun farkındayım. Şehir savaştan bu yana en büyük kaybı yaşamış, buradan herkese sabır diliyorum. Daha güzel günlerde orada olabilmeyi ümit ediyorum. ”