Avrupa Birliği (AB) liderlerinin Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesini Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik müzakerelerin başlatılmasıyla yeniden ilişkilendirmesi uzun süredir tıkanıklığın yaşandığı Ankara- Brüksel hattında tartışmaları yeniden alevlendirdi. “Türkiye’ye yeniden Kıbrıs prangası” yorumları gündeme gelirken Ankara’dan ise karara yönelik “stratejik vizyon eksikliği” tepkisi yükseldi.
Üye ülkelerin çıkarlarının temsil edildiği Avrupa Konseyi, 17 Nisan akşamı yaptığı özel oturumda aylardır ele almayı ertelediği Türkiye ile ilişkiler konusunu gündemine taşımıştı. Zirvede, birliği temsil eden Avrupa Komisyonu’nun dış politika politika şefi Josep Borrell’in geçen kasımda Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi adına bir dizi somut tavsiye sunduğu raporun incelendiği bildirilirken buna karşın sonuç bildirgesinde Ankara’ya yönelik “yapıcı kararların bulunmaması” dikkat çekmişti. Bildiride, katılım müzakerelerinin 2016’dan bu yana fiilen askıya alındığı Türkiye’den “aday ülke” olarak bahsedilmemişti.
Cumhuriyet‘ten Mert Cengiz, Türkiye-AB hattındaki mevcut durumu ve ne yöne seyredebileceğini İktisadi Kalkınma Vakfı Genel Sekreteri ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Doç. Dr. Çiğdem Nas ile konuştu.
AB’nin son liderler zirvesinden Ankara’ya ilişkin çıkan kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kıbrıs meselesi zaten birçok süreci tıkıyordu. AB’ye katılım müzakerelerinin askıya alınmasında da öne çıkan bir meseleydi. AB’nin ilişkilerde ilerlemeyi Kıbrıs sorununun çözümüne bağlaması bir hata. Zira Türkiye’nin, pozisyonundan bir geri adım atmayacağı açık; bu da konuyu çözümsüzlüğe götürüyor. Bunun yerine en azından Gümrük Birliği’nin modernizasyonu müzakereleri başlatılmasa bile “Ortaklık Konseyi’ni en yakın zamanda toplayacağız” denmesi Türkiye’ye umut veren bir irade göstergesi olabilirdi.
Borrell’in raporundaki tavsiyelerin yaşama geçirilmesi için liderler düzeyinde temaslar yerine AB ülkelerinin daimi temsilcilerinden oluşan COREPER görevlendirildi. Bunun anlamı, top artık üye devletlerin kendi aralarındaki görüşmelerde. İlişkiler, tamamen stratejik düzeye indirilmiş.
Hollanda, Gümrük Birliği modernizasyonu müzakerelerindeki desteğini Türkiye’nin, AİHM’nin Kavala ve Demirtaş gibi kararlarını uygulamasıyla ilişkilendirdi. Ankara, hukukun üstünlüğü konusunda bir adım atsa belki Kıbrıs engelinin karşısına çıkmasını dahi engelleyebilirdi. Ancak AB’nin de Türkiye’ye bunu gösterecek bir mesaj vermesi lazımdı. Gündemlerinin ağırlığını farklı konuların oluşturmasından dolayı AB’nin bu yaklaşıma girmediğini düşünüyorum.
Güney Kıbrıs ve Fransa’nın engellerinin aşılması için bir hareketlilik gerekli. Kısır döngüye giren ilişkilerde denklemin değişmesi için 2015’teki göç krizi gibi AB’nin Türkiye’ye ihtiyaç duyduğu bir olay ya da Ankara’nın demokratikleşme yönünde adımlar atması lazım. Brüksel’in, son kararıyla Türkiye’de AB sürecini destekleyenler arasında yarattığı infiali görmesi önemli olur.
Bir yandan Ankara’nın söylemlerinde “AB’ye tam üyelik” hedefi vurgusundan vazgeçmediğini diğer yandan bu yolda gerçekçi bir adım atmadığını görüyoruz. Nitekim son dönemlerdeki yaklaşımlarına bakıldığında AB’nin de Türkiye’ye yönelik bütünlükçü bir politika ile yaklaşmadığı anlaşılıyor. Kısa vadede ilişkiler nasıl seyredebilir?
Türkiye-AB hattında, Ankara’nın tam üyelik hedefi saklı tutulmak kaydıyla kısa vadede siyasi bir kararı gerektirmeyecek şekilde en azından yeşil ve dijital dönüşüm gibi alanlarda daha fazla entegrasyon için esnek işbirliği modelleri ve yaratıcı çözümler gündeme gelebilir. Ancak AB’nin, ilişkilerdeki tıkanıklığı aşacak çözümlere sıcak bakmadığını görüyoruz. Ancak Türkiye’nin demokrasi, temel hak ve özgürlükler ve hukukun üstünlüğü rotasına dönebilmesi gerekiyor. Yine de bu her şeyin anahtarı değil, bunlar olunca doğrudan üye olarak almayacak. Ancak Türkiye’nin uluslarası ilişkileride de elini güçlendirecek ve itibar kazanmasına yol açacak.
Ankara-Brüksel hattının temel direği olan üyelik hedefi ne yöne seyredebilir?
Türkiye’de bu sorunların olmadığı durumda bile Ukrayna ve Batı Balkanlar’ın genişleme gündeminde yer aldığı durumda Ankara’yı buna dahil edilmesi çok zor gözüküyor. Hatta adaylık statüsü verilen Ukrayna’nın üyeliği bile gerçekçi değil. 1996’dan bu yana Gümrük Birliği’nin parçası olan ve üyelik konusunda uzun bir geçmişe sahip Türkiye ile ilişkilerin kestirip atılması da mümkün değil. Fakat çeşitli sorunlar birikmiş durumda. Dönüşen AB ekonomisine uyum sağlamak gerekli. Gümrük Birliği Komitesi ve bakanlar düzeyindeki diyaloglar gibi kurumsal hatlardan üyelik baskısı sürdürülmeli. Ekonominin kötüleşmesi gibi beklentiler sürerken Türkiye daha kırılgan bir hale gelebilir. Yine de içinde olduğumuz süreçten dersler alınırsa ilişkiler ticaret üzerinden ivmelenebilir.
Peki bunlar gerçekleşmezse tablo nereye evrilir?
Bu senaryoda AB’nin de Türkiye’ye adım atması zorlaşabilir ve “stratejik ortaklık” düzeyine evrilebilir. Mesela göç gibi stratejik alanlarda işbirlikleri yapılır. AB, Mısır ve Tunus ile böyle anlaşmalar yaptı. Otoriter rejimler ancak göç karşılığında ekonomik ortaklıklar kuruluyor. Türkiye’nin şu an yapabileceği böyle bir kategoriye girmeyi engellemek ve adaylık statüsünü devam ettirmek. Bunda AB’nin desteği de belirleyici olacak. Bu, iki taraf için tercih meselesi.
AB’nin, Ukrayna, Gazze gibi meydan okumalar karşısında ABD eksenine girdiği görülüyor. Ayrıca stratejik özerklik tartışmaları AB gündeminden düşmüyor. Türkiye bu açıdan AB ile nasıl bir ilişki içinde?
Bu eğilim, Ukrayna savaşında ABD ve NATO’nun ön plana çıkmasıyla biraz darbe aldı fakat yine de Brüksel’de stratejik özerklik arayışı devam ediyor. Yeşil ve dijital dönüşüm konuları da bu tartışmalar ekseninde önem kazanıyor. AB’nin yenilenebilir enerji kapasitesini artırabilme, güneş enerjisi teknolojilerinde rekabetçi olabilme, otosanayilerdeki dönüşüm gibi meseleler çok ciddi meydan okumalar. AB burada olabildiğince dışa bağımlılığını azaltma ya da çeşitlendirmeye çalışıyor. Birlik, Rusya’daki kriz sonrası gündeme gelen enerji tedariği konusunda “riski azaltma” arayışında.
Bu açılardan Gümrük Birliği ile ilişkiler geliştirmiş durumda olan Türkiye çok önemli bir rol oynayabilir. Sanayi potansiyeli Türkiye’yi AB’nin yakın çevresindeki diğer ülkelerden ayrıştırıyor. Ancak siyasi meseleler ve güven aşınması, Batı’yı Türkiye dışında çözümler bulmaya itti. Bundan sonraki süreçte Türkiye’nin AB’nin bu arayışına ne gibi katkılarda bulunabileceği de ayrıca önemli olacak.
Birliğin bu stratejik özerklik hedefinde, ABD’de kasım ayında yapılacak seçimler de belirleyici olacak. Donald Trump’ın yeniden seçilmesi ve akabinde ABD’nin Ukrayna’ya, NATO’ya desteğinin yeniden tartışılmasının gündeme gelmesiyle bu özerklik konusu AB için bir zorunluluk haline gelebilir. ABD-AB ilişkisi zaten mevcut durumu sürdürülebilir değil. Washington’ın Çin’le rekabet ve Hint Pasifik konularına daha fazla eğilmesi Avrupa’ya olan ilgisini geri plana atabilir.