Bugün Kıbrıs

Yüzyılın en karanlık günü: 12 Eylül…

12 Eylül 1980 darbesinin üzerinden 41 yıl geçti. Türkiye demokrasisinde ‘kara leke’ olarak anılan askeri darbe sonrası 650 bin kişi gözaltına alındı, 52 bin kişi de tutuklandı. Sıkıyönetim döneminde, 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevlerinde, 171 kişi sorguda ve uğradığı işkencelerde, 49 kişi de idam edilerek hayatını kaybetti. BirGün gazetesinden akademisyen, siyasetçi Yakup Kepenek bugünkü “Yüzyılın en karanlık günü” başlıklı yazısında 12 Eylül ile Türkiye’de siyasal İslam’ın önünün açıldığını anlattı.

BirGün’den Yakup Kepenek’in yazısı şöyle:

“Bugün 12 Eylül, ülkemizin son yüzyıllık tarihinin en karanlık günüdür.

12 Eylül, 12 Mart 1971’de ülke yönetimine “yarım” askeri el koyma ile başlayan baskıcı dönemin, 1980’de “tam” askeri darbe ile iyice faşist bir özellik kazanarak çok daha aşırı boyutlara taşınmasının adıdır.

Daha sonra yayımlanan CIA belgelerinin de kanıtladığı gibi, tamamıyla denilebilecek ölçüde birer ABD eseri olan 12’lerin üç ortak özelliği var: 1. Özgürlük düşmanlığı; 2. Siyasi cinayetler 3. Atatürkçü görünerek siyasal İslam’ı güçlendirme.

12 Eylül ek olarak ekonomi politikasında keskin bir dönüşümü de simgeler.

EKONOMİYE YAPILAN

Bu ülkeyi yönetenler, kuruluş yıllarından başlayarak ithalat yerine yerli üretime öncelik veren bir politikayı, 1945 sonrasında ABD’nin sürekli engelleyici tutumuna karşın, olanak buldukları ölçüde 1980’e dek, ısrarla izlediler.

12 Eylül ile aynı yılın 24 Ocak kararlarıyla ilk adımı atılan tam serbest piyasacı yaklaşımla bu politikanın sonu getirildi. “ABD tarafından kotalandırılan ve yakından izlenen” (The Economist, 6 Kasım 1984) ekonomi programı, yalnız tüm mal ve hizmetlerin değil, emeğin fiyatı olan ücretlerin de serbest piyasada oluşacak arz ve talep ile belirleneceğini esas alıyordu. İşgücü arzı talebinden fazla olduğu için ücretler düşecek, bu yetmezse o dönemde DİSK’in kapatılmasıyla yaşandığı gibi sendikal haklar baskılanacaktı.

Devletin mal ve hizmet üretmesini tamamıyla yanlış bulan bu politika, Kamu İktisadi Teşebbüsleri-KİT’in bir an önce özelleştirilmesini istemekteydi. Ancak Türkiye, özelleştirmeye, bu konuda yasal bir düzenleme bile yapmadan 1984’te, PTT’nin araştırma ve geliştirme-ARGE birimi olan TELETAŞ ile başladı; TELETAŞ bir yabancı ortaklığa satıldı. Oysa o yıllarda dünya, bilgisayar devrimiyle iletişim ve bilişimde teknolojik bir sıçrama yapmanın, bir şafağın eşiğindeydi. Türkiye, TELETAŞ satışıyla bu gelişmenin dışına düştü; kendi beynine kurşun sıktı; Ekonomide, tümüyle yerli üretimden uzaklaşılan bugünlerin yolu 12 Eylül’de böyle açıldı.

SİYASAL İSLAM’IN YÜKSELİŞİ

12 Eylül, haince bir ustalıkla Atatürkçülük elbisesi giydirilmiş bir siyasal İslam hareketidir.

Bu köşede de sıkça özetlendiği gibi, Cumhuriyet’in temel değerleri, kimi kez Atatürkçülük ya da Kemalizm denilse de, çok açıktır. Egemenliğin kaynağının ulus olduğu; ulusun, özgür ve eşit insanlardan oluştuğu; hukukun üstünlüğü ve hukuk devleti; tarafsız kamu yönetimi; bilimsel bilginin yol göstericiliği ya da laiklik; yerli üretime sanayileşme ekseninde önem verilmesi; yurtta ve dünyada barış.

12 Eylül, bu değerlerden uzaklaşılarak siyasal İslam’ın önünün alabildiğince açılmasının adıdır.

Hukuk, yargısız infazlar ve işkencelerle katledildi. Basın baskı altına alındı; siyasi partiler, sendikalar kapatıldı. Binlerce insan kamu yönetiminden, yüzlerce bilim insanı üniversitelerden haksız yere uzaklaştırıldı; bunların yerine milliyetçi ve dinci geçinen militanlar yerleştirildi.

Sivil siyasete geçiş tarikat yapılanmalarıyla başladı. “Rabitat-ül-Alem-Ül-İslam” ve diğer ABD destekli örgütlenmeler aracılığıyla dış siyasette de İslam yakınlaşmasının yolu ardına kadar açıldı. Ekonomik varlıkların Arap zenginlerine satılmasının ilk deneylerine geçildi.

Son günlerde iki olay yaşanıyor. Önce, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), ders kitaplarından Atatürk ile ilgili bölümü, çok dar bir dünya görüşüyle, kaldırttı. Bunun üzerine bu ülkede kelimenin tam anlamıyla gece-gündüz Atatürk adını silmeye uğraşan iktidar çevresi, tam bir ikiyüzlülükle, GKRY’yi kınadı.

Yine son günlerde Atatürkçülüğün giderek “sivilleştiği”, daha doğrusu toplumsallaştığı öne sürülüyor. Aslında Atatürk dört dörtlük bir sivildi. Bunun en büyük kanıtı, Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen silah arkadaşlarının “ya sivil siyaset – ya askeriye” ikilisinden birini seçmelerini gerçekleştirmesidir.

Günümüzde Atatürkçülüğün giderek toplumsallaşması ise ekonomik, siyasal ve toplumsal gelişmenin altyapısı olan Cumhuriyet’in değerlerinin yeniden egemen olmasını sağlayacaktır. Önemli olan bunun ülkenin tamamıyla Diyanet İşleri Başkanı’nın yönetimine geçmeden önce gerçekleşmesidir.”

Exit mobile version