Yaklaşık çeyrek asırdır film yapan ve uluslararası arenada aldığı ödüllerle isminden söz ettiren Kıbrıslı Türk yönetmen Derviş Zaim’in yönettiği ve Suriye’den Türkiye’ye uzanan bir yolculuğun yarattığı dönüşüm hikayesini heyecan dolu bir serüven olarak anlattığı son filmi Flaşbellek Amerika Birleşik Devletleri’nin önde gelen festivalleri arasında kabul edilen 27. Sedona Uluslararası Film Festivali’nde ‘En İyi Uluslararası Film’ ödülünü kazandı. Derviş Zaim ile son filmi üzerine konuştuk…
“Eğer Limasol’da doğmamış birisi olsaydım muhtemelen Kıbrıs’la ilgili filmleri yapmamış olacaktım. İstanbul’a okumaya gitmemiş olsaydım ‘Filler ve Çimen’i ve sonraki kimi filmleri bu halleri ile yapmamış olacaktım.”
Amerika’da ödül alan son filminiz Flashbellek’e geçmeden önce, yaklaşık çeyrek asırdır film çeken bir yönetmen olarak her filminizle bizi şaşırttığınızı söylemek istiyorum. Bana göre çektiğiniz filmlerin biri diğerine hiç benzemiyor. Gerek seçtiğiniz konular gerekse anlatım dili olarak hepsi birbirinden farklı. Halbuki pek çok yönetmenin alışıldık bir dil üzerine gittiği bir durum vardır. Sizin sinemanızdaki bu konu çeşitliliğini ve zengin anlatım biçiminizi besleyen, destekleyen unsurları merak ediyorum.
Bunun için gayret sarf ettim elbette ama filmografimdeki konu ve yaklaşım çeşitliliğinin sebebi sadece bilinçli gayret ile elde edilecek bir şey olmayabilir. İnsan başka türlü yapamadığı için ürettiği şeylerin bütün kendiliğindenlikleri ile ortaya çıkarılmasına neden olabiliyor. Yani herhalde geniş bir yelpazeye yayılacak şekilde çıkması için şartlar vardı, ben de onları o yönde belirmeleri için ittim. Bireysel ve birey dışı nedenleri sayacak olursak kuşkusuz benim şahsi tarihimden tutun da içinde yaşadığımız ülkenin tarihinin, coğrafi yapısının, kültürünün çeşitliliğinin kendisine kadar bir liste edinilebilir. Eğer Limasol’da doğmamış birisi olsaydım muhtemelen Kıbrıs’la ilgili filmleri yapmamış olacaktım. İstanbul’a okumaya gitmemiş olsaydım ‘Filler ve Çimen’i ve sonraki kimi filmleri bu halleri ile yapmamış olacaktım.
“Sedona ABD’de akla gelen festivallerden biri ve günden güne daha da büyüyor. Dolayısı ile orada filmin görünür olmasından dolayı mutluyuz.”
Son filminiz Flashbellek çok özel bir ödül aldı. ABD’de Arizona’da düzenlenen 27. Sedona Film Festivali’nin “En İyi Uluslararası Film Ödülü”nü kazandı. Daha çok taze bir ödül. Öncelikle Bugün Kıbrıs gazetesi ekibi olarak sizi çok tebrik ediyoruz. Bize biraz Sedona’nın festival kimliğinden ve jürinin ‘Flashbellek’e verdiği ödülün gerekçesinden bahseder misiniz?
Sedona yükselen festivallerden biri. Ödüle ilişkin bir gerekçe açıklanmadı. Bazı festivallerde gerekçe açıklanmıyor. Çünkü değerlendirme esnasında, zannedersem, gerekçe yazılmaya kalkışıldığı zaman birkaç cümleye filme ilişkin bir sürü şeyi sığdırmak zorunda kalınmasından dolayı, karar vericilerin söylemek istediği mesele ya eksik kalıyor ya da fazla kalıyor. Gerekçe açıklamamayı bu yüzden tercih eden yerler var. Sedona da bir gerekçe açıklamamış. Ama gerekçenin varlığı yokluğu büyütülecek mesele değil. Sedona ABD’de akla gelen festivallerden biri ve günden güne daha da büyüyor. Dolayısı ile orada filmin görünür olmasından dolayı mutluyuz.
“Bütün esin kaynaklarını dram sanatının zorunlulukları ile bir araya getirerek ana hikayeyi oluşturma yolunda birleştirdim. Esas mesele bu projede, aklımdaki o zengin hikayeleri bir araya getirip birbiri ile uyum sağlayacak şekilde bir arada tutabilecek bir yapı oluşturmayı başarmaktan geçiyordu.”
Flashbellek’in çıkış noktasının Suriye iç savaşı olduğunu ve gerçek bir öyküden esinlenerek çektiğinizi biliyoruz. Senaryonun ne kadarı gerçek hikayeye dayanıyor? Senaryoya eklediğiniz yan hikayeler de farklı yaşanmış gerçeklere mi dayanıyor?
Flaşbellek bir belgesel değil, ki belgeselde bile kurmacanın payı vardır, yani belgeselde de bir özne olarak onun yaratıcısının işin içerisine müdahale ettiğini söylemek mümkündür. Gerçek bir olaydan esinlendim ama esinlendiğim hikaye örüntüsünü başka esin kaynakları ve dramaturjinin gereklilikleri ile benim hikayeme entegre etmeye gayret ettim. Başka yan hikayeler de bana ana hikayeyi oluşturma sürecinde yardım etti. Bütün esin kaynaklarını dram sanatının zorunlulukları ile bir araya getirerek ana hikayeyi oluşturma yolunda birleştirdim. Esas mesele bu projede, aklımdaki o zengin hikayeleri bir araya getirip birbiri ile uyum sağlayacak şekilde bir arada tutabilecek bir yapı oluşturmayı başarmaktan geçiyordu. ‘Flaşbellek’in sevaplarından bir tanesi budur. ‘Flaşbellek’te bunu şunun için yaptık: Mümkün olduğu kadar savaşın tokatını yemiş, Suriyeli mazlum, talihsiz insanların, bu denli acılar yaşamış dirayetli insanların başlarına gelip çöreklenen musibetlerin ne kadar korkunç, değişik, farklı olduğunu, onların direnme biçimlerini, var olma savaşlarını anlatmak için yapmaya gayret ettik. Acılara nasıl katlandıklarını, ortadaki şiddet ile nasıl mücadele etmeye çalıştıklarını daha iyi gösterebilmek için anlattığım çabaya giriştik. Açıkçası onların yaşadıklarını daha derin ve geniş yansıtabilmek için, göze aldıkları, başlarına gelen şeylerin boyutunu daha iyi gösterebilmek için bu yolu seçtik.
“Konuşamamasına rağmen kendi hikayesini anlatabilecek koşulları yaratmaya çalışması onun trajedisini oluşturacaktı.”
Filmin ana oyuncularından Ahmet’in boğazından yaralanmış ve konuşamıyor olması gerçek hikayeden mi alındı. Yoksa bu konuşamama durumunu bir metafor olarak mı yerleştirdiniz senaryoya?
Gerçek bir hikayeden esinlendiğim nokta orası değil. Esin kaynağımın karakteri başına gelenleri anlatmak için hayatını riske eden bir adam olarak karşıma çıktı. Dış dünyada kendini korumak için bu karakter takma bir isimle ortaya çıkıp Suriye’de yaşadığı hikayesini anlatmaya çalışıyordu. Ben kendi kurmacam içerisinde, esinlendiğim o karakterin sesini kaybeden bir adam olmasını yeğledim. Sesini kaybettiği için de hikayesini anlatacak olanaklarından yoksun bir Arap karakter olarak karşıma çıkmasını istemiştim. Çünkü konuşamamasına rağmen kendi hikayesini anlatabilecek koşulları yaratmaya çalışması onun trajedisini oluşturacaktı.
“Savaş deneyiminden, savaş çemberinden geçmiş insanlarız biz. 74’ü yaşadım. Küçüktüm çocuktum ama yaşadım.”
Bazı coğrafyalarda sanki sular hiç durulmuyor. Flashbellek’in fonunda sokak çatışmaları, iç içe olan bir halkın yaşadığı birbirine yönelttiği silahlar, güvenli bölgelere kaçış, vicdani sorgulamalar, göçmenlik, insan onuru gibi temalar var. Bu filmi yazarken, adada yaşananlardan süzülen evrensel insanlık dramlarının da kaleminize etkisi oldu mu?
Savaş deneyiminden, savaş çemberinden geçmiş insanlarız biz. 74’ü yaşadım. Küçüktüm çocuktum ama yaşadım. Dolayısı ile ben komşumuz olan Suriyelilerin başına gelenleri, vahametini düşündüğüm zaman kendi başımıza gelenleri de ister istemez hatırladım.
“Sete çıktıktan sonra masa başındaki çalışmaya çok fazla yaslanırsanız, ona çok fazla bağlanırsanız, setin gerekliliklerini, dinamiklerini yeterince yerine getiremeyebilirsiniz.”
Senaryonuz, sahada çekim sırasında değişime uğradı mı? Bir başka deyişle, sette sizi şaşırtan, senaryonuzu güçlendireceğini düşündüren ve bu sebeple sahneyi farklılaştırmanıza neden olabilecek bir olay yaşadınız mı?
Elbette bu hep yaşanır hatta olması da gerekir. Başa gelmesi de yaratıcılık bakımından sağlıklı bir şeydir. Yönetmenin set başlamadan masa başında ödevini yapması, çok sıkı, ince çalışması, her şeyi ince biçimde dökmesi gerekir. Ama sete çıktıktan sonra masa başında yapılan çalışma sadece bir taslak olarak kalmalıdır, değişebilecek bir ön çalışma olarak değerlendirilmelidir. Sete çıktıktan sonra masa başındaki çalışmaya çok fazla yaslanırsanız, ona çok fazla bağlanırsanız, setin gerekliliklerini, dinamiklerini yeterince yerine getiremeyebilirsiniz. Dolayısıyla ben sete girdiğimde ‘artık yeni bir dönem başladı, setin başlamasıyla yeni bir durum var’ diye düşünürüm. Setin dinamiklerini dinleyip gerekli karşılığı vermeye gayret ederim. Yani sette içinde bulunduğum anı yaşamaya, oyunculara da yaşatmaya çalışırım. Sahnenin anını ve dinamiğini tecrübe ederken, ekibin de ilgili anı hakkıyla yansıtmaya gayret etmesini sağlamaya çalışırım. Dolayısıyla sette bir değişiklik olduğu zaman, sözgelimi oyuncuda, ekipte, havada, dekorda farklılık baş gösterdiği zaman, yönetmen olarak olumlu ya da olumsuz değişiklikleri estetik bir yaratıya dönüştürmem gerekir. Kısacası, sette değişiklik olur, olmalıdır. İyi ki olur.
“İnsanın film yaparken yönünü kaybetmesini engelleyen şey, filmi yapmaya başladığı zaman sahip olduğu kontrol edici temel fikri hep aklında tutmasıdır.”
Flashbellek’te, çağımız savaşlarında yaşanan kültürel yağmalamaya eleştirel bir bakış getirmek amacıyla, bölgenin masal ve mitlerini de farklı bir anlatım diliyle hikayeye taşımışsınız. Bu dil, bir anlamda oryantalist klişeleri kırma misyonu üstlenirken bir yandan da size çok fazla yan hikayeyi yönetme zorluğu da çıkarmış olabilir mi? İzleyicinin ‘Binbir Gece Masalları’ çizgisindeki bu yan hikayelerin içinde kaybolmaması için nasıl bir sinema dili yarattınız?
Ayrıntılar, yan olaylar içinde kaybolma tehlikesini bertaraf etmek için senaryoyu yazarken, senaryonun gitmesi gereken temel yön neyse, onu kaybetmemek gibi bir amaca yönelik çalışmalısınız. Bu sayede bertaraf edebilirsiniz ayrıntılar tarafından boğulma sakıncasını. Yani bir filmi yaparken insan bir sürü durum, konu, karakter, alt hikayenin baştan çıkarıcılığına kapılıp ana hikayeden sapabilir, değişik yollara sapabilir, üstelik değişik yollar onun yönünü kaybetmesine neden olabilir. İnsanın film yaparken yönünü kaybetmesini engelleyen şey, filmi yapmaya başladığı zaman sahip olduğu kontrol edici temel fikri hep aklında tutmasıdır. Bir pusulasının olmasıdır. Flaşbellek’te kontrol edici o fikre, o pusulaya baka baka, bizim kutup yıldızına baka baka yönümüzü bulmaya çalıştık. Tropik, karanlık, kaotik bir ormanda konunun, kültürün, hikayenin o uçsuz bucaksız ihtişamının arasından çıkmak için böyle yapmaya gayret ettik. Suriye savaşının o her yere gidebilecek kaosundan, yazara sürüyle hikaye sunan zengin ve baştan çıkarıcı yapısından çıkmak böyle mümkün oldu. Elimizdeki malzemenin baştan çıkarıcılıklarından fazla etkilenmeden esas gitmek istediğimiz yere gitmeyi başarmamız, temel fikri koruyarak gerçekleşti. Film için saptadığımız kontrol edici fikre yapıştık ve onu başından sonuna kadar elde tutmaya çalıştık.
“Bir insan filmi yazarken, en evvel hangi kategoriye gireceğini düşünmese, işin neyi gerektirdiğine yoğunlaşsa, sanki işinin başarısı açısından daha hayırlı bir şey yapar gibi gelmiştir bana.”
Filmlerinize baktığımız zaman dram, gerilim, belgesel ve tarihi filmleriniz var. Hangi türe kendini daha yakın hissediyorsunuz?
Filmi tasarlarken konumlandırma yapabilmek için bu türleri göz önüne alırsınız. En başta hangi kategoride bir iş yapacağını biliyor olmak insana bazı bakımdan avantaj verebilir. Mesela tür beklentileri oynarsınız. Ya da tür beklentileri ile oynamayıp o türün yapısı içinde kalmayı seçebilirsiniz. Ayrıca türün baştan belli olması size pazarlama ve satış avantajı sağlayabilir. Avantajları vardır tür bazlı proje tasarlamanın. Ama dezavantajları da bulunabilir. Mesela bazen en baştaki yaratıcı süreçte türün gerekliliklerine çok da fazla kendinizi kaptırırsanız bazen proje potansiyelini gerçekleştirmek bakımından hayırlı bir şey yapmayabilirsiniz. Çünkü bir insan filmi yazarken, en evvel hangi kategoriye gireceğini düşünmese, işin neyi gerektirdiğine yoğunlaşsa, sanki işinin başarısı açısından daha hayırlı bir şey yapar gibi gelmiştir bana. Bu sorduğunuz kategoriler benim için şöyle gündeme gelir. Film biter, bakarsınız filminizin yapısına: ‘Bu filmi, bildik kategorilere koymak veya isimlendirmek bakımından ortadaki hangi hazır kategori onun yapısına daha fazla uyuyor?’ Şuna uyuyor veya şununla şunun arasında melez bir tarafı var gibi düşünürsünüz ve o kategorilerden birini muhtemelen seçersiniz.
Kıbrıslı bir yönetmen olarak Kıbrıs’la ilgili filmler de yaptınız, önümüzdeki dönem projeleriniz arasında yeni Kıbrıs hikayeleri var mı?
Var. Bir proje var. Şu anda onunla uğraşıyorum. İnşallah önümüzdeki zamanlarda onu da sizinle konuşuruz.
İnşallah. Çok güzel olur.
“Kıbrıs’taki yönetmenler bireysel fedakarlıklar, bireysel kaynaklar ve ilişkileri ile üretimler yapmayı sürdürebildikleri ölçüde ancak bir Kıbrıs Türk sineması var olmaya devam edeceğe benziyor.”
Şu anda adamızda yeni yetişen yönetmenler var ve çok da başarılı işler yapıyorlar. Fakat henüz Kıbrıs’a özgü bir sinemanın varlığından söz etmenin zor olduğunu biliyoruz. İlerde Kıbrıs Türk sineması olarak adlandırılacak bir sinemadan söz edebilmek için adada nelerin gelişmesine ihtiyaç oluğunu düşünüyorsunuz?
Sinema sanatı bir endüstriye, endüstri olmasa da en azından bir sektöre dayanan bir sanat olduğu için aslında sorunun cevabı kendi içinde saklı. Kıbrıs’taki yönetmenler bireysel fedakarlıklar, bireysel kaynaklar ve ilişkileri ile üretimler yapmayı sürdürebildikleri ölçüde ancak bir Kıbrıs Türk sineması var olmaya devam edeceğe benziyor. Bireysel kaynaklarını başka kaynaklara eklemleyebildikleri ölçüde iş yapmaya devam edeceğe benziyorlar. Çünkü endüstriyel altyapının söz konusu olmadığı ülkede bireysel hareketleri aşan sürekli bir üretimden bahsetmek çok da mümkün olmayabilir. Veya epey zordur demek lazım. Ama bireysel başarılar gelebilir. Bu noktada üretim için gereken kaynakların nereden elde edileceği, elde edilip edilmesinde yaşanan zorlukların nasıl aşılacağı, hangi kaynakların optimal olduğu gibi sorulara yanıt vermek gerekiyor.
“Çok iyi bir edebiyat eserinden uyarlama yapmaya kalkışan bir sinema yönetmeni maça 1-0, 2-0 yenik başlar.”
Sizi hep sinema ile tanıdık fakat ‘Yunus Nadi Ödülü’ alan ilk romanınız ‘Ares Harikalar Diyarında’n sonra 2019 yılında ‘Rüyet’ romanınız yayınlandı. Sinema edebiyat ilişkisini nasıl görüyorsunuz? Mesela günün birinde bir roman uyarlaması çekmeyi düşünür müsünüz? Böyle çekmek için can attığınız bir roman var mı aklınızda?
Büyük konuşmayım eğer ilgimi çeken bir roman olursa neden olmasın. Bir uyarlama yapmak isterim. Sinema edebiyat ilişkisi zor. Nişanlanmaları zor, sözlenmeleri zor, evlilik çok zor, evliliğin sürdürülmesi çok zor, boşanmaları bir felaket. Çok iyi bir edebiyat eserinden uyarlama yapmaya kalkışan bir sinema yönetmeni maça 1-0, 2-0 yenik başlar. Sebebi de şudur. Seyircinin kafasında o çok iyi edebiyat eserinin nasıl olması gerektiği ile ilgili hazır bir kalıp vardır. Halbuki belki de o kitap yönetmenin elinde çok daha farklı bir yoruma kavuşacaktır ve o yeni yorum ilginç, zengin bir yorum olacaktır. İşte yeni bir yorum ve diyelim ki başarılı bir yorum getirseniz bile, işiniz uyarlama yapan yönetmen olarak zordur. Safra alırsınız uyarlama yaptığınız zaman. Örnek vereyim. Önce yönetmenin ortadaki hazır algı kalıbını yıkması gerekir. Bu yönetmenin işini bir o kadar daha zor hale getiren faktörlerden bir tanesidir iyi bir edebiyat eserinden uyarlama yapmaya kalkıştığı zaman. Eğer iyi bir edebiyat eserinden uyarlama yapmaya kalkışmazsa, o zaman şansı biraz daha fazla artar. Ya da nötr olur diyelim. Veya iyi bir edebiyat eseridir ama okur nezdinde o kadar fazla tanınmamıştır. Bu durumda da gene uyarlama başarısı bakımından nötr bir durum söz konusu olabilir.
“Burada önemli olan nokta bu haz ve hız zamanlarında hikaye anlatmanın kendisinde bazı sınırlamalar gündeme gelebilir mi sorusudur. Yani anlatıların artık eskisinden daha hızlı olmasını isteyebilirler, daha kısa olmasını isteyebilirler, başka şeyleri talep edebilirler.”
Dünyamız alışık olmadığımız günlerden geçiyor. Pandemi hayatımızda birçok şeyi değişime uğrattı. Sanata da etki etmemesi düşünülemez. Pandemi sizce genel anlamda sinema sektörünü nasıl etkiledi ve nasıl değişimler getirebileceğini düşünüyorsunuz?
Pandeminin şiddetine bağlı olarak sinema salonlarının tekrar gündeme geleceğini düşünüyorum. Çünkü insanlar insanlık tarihinin başından itibaren başka tanımadıkları insanlarla beraber bir salona girip bir gösteriyi izlemek istemişler. Bunun içgüdüsel bir tarafı var. Antik Yunan’dan beri böyle olmuş. Salamis Harabeleri, Vuni Harabelerinin o muhteşemliği aslında bunun kanıtı. İnsanlar hiç tanımadıkları, anonim denecek bir kalabalığın arasına karışıp onlarla bir gösteriyi beraber izlemenin büyüsüne hep kapılmışlardır. Bu istek çok eski çağlardan beri böyle ve ilerde de sanırım böyle olacak. Dolayısı ile salonların şu ya da bu şekilde er geç açılacağını düşünüyorum. Ama salonlarda artık özellikle dünyanın bu kadar online’a dönmesi nedeniyle eskiden rastlayabileceğimiz gibi her türlü sinema yapıtının alışıldık üzere bulunabileceğinden emin değilim. Zannedersem belli türde yapıtlar salonlarda gösterilmeye devam edebilir, salonlara her türlü sinema ürünü yerine insanları salona cezbedebilecek yapıtlar konulması daha yüksek ihtimal gibi geliyor bana. Ki bunu tecrübe ediyorduk zaten. Salona girmeme ihtimali olan filmler daha çok online platformlarda yer almaya mahkum olacaklar ki, bu alternatifin de eleştirilmeye açık bir tarafı var. Başa dönersek insanlığın hikaye dinleme, hikaye anlatma ihtiyacının hep olacağına inanıyorum. Dolayısıyla bir şekilde hikaye etmeye, hikaye aktarmaya, hikaye anlatmaya devam edeceğiz. Fakat burada önemli olan nokta bu haz ve hız zamanlarında hikaye anlatmanın kendisinde bazı sınırlamalar gündeme gelebilir mi sorusudur. Yani anlatıların artık eskisinden daha hızlı olmasını isteyebilirler, daha kısa olmasını isteyebilirler, başka şeyleri talep edebilirler. Elbette her etki bir tepkiyi doğurur. Baskın tarz her ne ise o tarzın yanı sıra, o tarza tepki olarak doğan, tam tersi anlayışla kendini konumlandıran hikaye anlatma biçimleri genel akışa direnmeye çalışabilir. İşte bütün bu farklı anlayışların çoğulluğu içerisinde toplam süreç bir mücadele biçimi olarak akıp gidecek. Karşılıklı mücadele ve pazarlık eskiden olduğu gibi ilerde de olacak.
Sizin özelinizde nasıl geçti pandemi. Acaba bu uzun kapanma dönemi, sizin için yeni film hikayelerine farklı kapılar açtı mı?
İşte herkes gibi biz de evde oturduk. Evde otururken elbette okuma yazmaya gayet ettim olabildiği kadar. İnsanların odaklanmasının önündeki büyük problemlerden bir tanesi pandeminin yarattığı psikolojiydi. O psikolojiyi mümkün olduğu kadar yumuşatmaya çalıştım. Yumuşattıkça yavaş yavaş notlar almaya başladım. Şimdi de yazıyorum.