Yıllarca yapılan toplumlararası görüşmelerin esası neydi? Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bozulan anayasal düzeninin iki toplumun kurucu haklarına dayalı olarak yeniden tesis edilmesi. Kurulan bu Cumhuriyet iki toplumun siyasi eşitliğine dayalı “fonksiyonel federal” bir yapıya sahipti. Siyasi eşitlik toplumların her birine verilen veto hakkıyla somutlaşmış, federal kurumlar ise ayrı cemaat meclisleri, ayrı belediyeler, ayrı eğitim ve kültür gibi konularla oluşturulmaya çalışılmıştı. Bu kurulan cumhuriyeti adadaki çoğunluğa sahip Kıbrıslı Rum toplum çok benimsemedi ve antlaşmanın siyasi eşitliğe dayalı federal yapısını bozup kendi çoğunluk hakimiyetinde (belki daha sonra Yunanistan’a bağlanma hedefi ile) bir üniter devlet kurmaya çalıştı. Kıbrıslı Türkler Türkiye ile birlikte buna direnç gösterince de Kıbrıs adası 1963-64 yılları itibarı ile çatışmaların yaşandığı BM barış gücünün dahil olduğu uluslararası bir sorun haline geldi.
Bu sorunun halli için BM gözetiminde toplumlararası görüşmeler 1968 yılında Beyrut’ta başladı. 77-79 doruk antlaşmaları sonrası 2004 yılında Annan Planı BM’nin kapsamlı çözüm için iki toplumun referandumuna sunulan ilk plan oldu. Kıbrıslı Rumlar, Türk liderliğin önceleri ayak sürtmesi ile elde ettikleri AB üyelik avantajını kullanarak plana hayır dedi. Ancak referandumda evet deyen Kıbrıslı Türklerin kurucu hakları devam ettiği için iki toplumlu iki kesimli siyasi eşitliğe dayalı federal çözüm modeli görüşülmeye ve detaylandırılmaya devam etti. Talat-Hristofyas yakınlaşma kağıtları, 2014 Eroğlu- Anastasiadis ortak belgesi, 2017 Crans-Montana Guterres çerçevesi ve 2019 Akıncı- Anastasiadis Berlin mutabakatı ile anlaşma zemini güçlendirildi ama BM Genel Sekreterinin deyimi ile bunun için siyasi irade eksikliğinin yarattığı engeller aşılamadı.
Crans-Montana ’da Anastasiadis ’in ortaya koyduğu olumsuz tavrı Kıbrıs’ın kuzeyinde kurulan yeni UBP-HP hükümetinin Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik milliyetçi ve federasyon karşıtı duruşları takip etti. Türkiye’de giderek radikal sağa kayan hükümete de bu durumdan iç ve dış politikaya yönelik avantajlar çıkarmak için fırsat doğdu. Kıbrıs’ın kuzeyine sadece askeri değil siyaseten de tam hâkim olma stratejisi açıkça uygulamaya kondu. Direnç noktalarını kırmak için biat etmeyen siyasileri ekarte etme, toplumun demografik yapısını, yaşam şeklini değiştirme ve en son da yargıyı ele geçirme çabaları hızlandı. Öncelikle Kıbrıslı Türklerin çıkarlarını gözeten Cumhurbaşkanı Akıncı’nın yerine müdahale ile Türkiye’deki iktidara sorgusuz sualsiz biat eden Tatar getirildi. Akabinde en büyük parti UBP’in kurultayı engellenerek nerede ise “kayyum” denebilecek yeni bir üçlü koalisyon hükümeti ve başına da atama bir Başbakan kondu. Bir “İşbirliği Protokolü” ile eğitimde ve tüm yaşam alanlarında biatcı ve dini bir toplum yaratmaya yönelik adımların öne çıktığı politikalar uygulamaya kondu. Anayasa, yasalar, mahkemeler, meclis, sendikalar ve diğer mevcut idari ve demokratik kurumların tümünün ortadan kaldırılması için adımlar atılmaya başlandı.
Peki tüm bunların Cenevre için anlamı nedir? Cenevre’de Türk tarafının tüm geçmiş görüşmelerde de elinde olan iki önemi koz vardır. (1) Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs Cumhuriyetindeki kurucu hakları (2) Türkiye’nin askeri üstünlükle elinde tuttuğu topraklar. Bugüne kadar yapılan görüşmelerde Kıbrıslı Türkler’in kurucu haklarının güçlendirilerek yeni bir ortaklığa gidilmesi ve bu yolla Türkiye’nin de Kıbrıs’taki çıkarlarının bu toplum üzerinden sağlanmaya çalışılması esastı. Şimdi ise federasyon yerine iki devletli çözüm modeli ile Kıbrıslı Türklerin kurucu haklarından çok Türkiye’nin kuzeydeki askeri varlığının ve hâkimiyetinin öne çıkacağı bir çözüm modeli öne sürülüyor. Bu yolla Türkiye artık Kıbrıs’ta Kıbrıslı Türkler üzerinden etki kurma stratejisini bırakmış ve direk kendi kontrolünde bir bölge hakimiyeti kurup buralardaki doğal kaynaklar ve jeopolitik durumdan yararlanmak istiyor. Kıbrıslı Türklerin kurucu haklarına odaklanmak yerine Kıbrıs Cumhuriyeti’yle direk ilişki kurup AB ile Doğu Akdeniz’de ekonomik bir paylaşım içine girmek istiyor. Bu dürtüyü sezen Anastasiadis de Türkiye’yi bu yönde umutlandırıp Kıbrıslı Türklerin haklarının yarattığı kıskaçtan kurtulmak istiyor. Cenevre görüşmeleri Türkiye için bu yeni stratejinin bir zemin arayışı olacak. Karşılık bulacak mı? Bunu Kıbrıslı Rumlar ve AB’nin pozisyonları belirleyecek. Kıbrıslı Türkler maalesef bu masada sadece görünürde olacak. Ancak Türkiye büyük olasılıkla bu yeni stratejisi ile Kıbrıslı Rumlarla Yunanistan’ın kurguladığı gibi Kıbrıs’taki askeri varlığı sorgulanan “işgalci” bir güç olma riski ile karşı karşıya bırakılacak. Kısacası Dimyata pirince giderken, diğer dış politika yanlışlarında yaşandığı gibi, evdeki bulgurdan olma durumu bir kez daha yaşanacak gibi görünüyor.…