İşsizlik, yoksulluk ve bozuk gelir dağılımı sadece ekonomik değil aynı zamanda sosyal sorunlardır. Normal koşullarda bile bunlara dikkat edilmesi ve üzerlerinde hassasiyetle durulması gerekir. Kaldı ki, salgın, doğal afet ve savaş gibi büyük şok ve krizler bu sorunları daha da büyütürler: Kısa bir sürede çok sayıda insanın işini kaybetmesi, yoksulluk sınırı altına inmesi ve gelir dağılımının bozulması sosyal ve politik huzursuzluk yaratarak toplumu kargaşaya sürükleyebilir. Toplu göçlere sebep olabilir. Sosyal adalet duygusunun zedelenmesine ek olarak, zor duruma düşen ailelerin çocukları beslenme, eğitim ve sağlık konularında geriye düşebilir ve bu da uzun vadede gelir dağılımının daha da bozulması ve işgücünün verimliliğinin azalması anlamına geleceğinden ciddi ekonomik kayıplara yol açabilir.
Bu tehlikeleri ciddiye alan ve sosyal adalet ilkelerine değer veren devletlerin hükümetleri, sorumluluk duygusuyla davranarak herhangi bir krizin daha başlarında, öncelikle çalışanların işlerini kaybetme olasılıklarını hesaplamaktadırlar.
Covid-19 salgınının altı değişik kanaldan işgücü piyasalarını etkilemesini; yani çalışan birisinin işini kaybetme ihtimalini belirlemesini bekleyebiliriz.
Bunlardan birincisi, salgının artmasından duyulan korku sonunda çalışılan sektörde ortaya çıkaracağı talep şoklarıdır. Örneğin yurtdışından gelen turistlere hizmet veren bir oteldeki talep anında ve %100 düşebilirken; bu oran temel tüketim maddeleri üreten, fırın gibi bir yer için çok daha küçüktür.
İkincisi, Keynesçi çarpan etkisi denilen, ülke genelindeki, toplam talepte yaşanan şoktur. Makro düzeydeki bozulmalar tüm sektörleri olumsuz etkilemektir.
Üçüncüsü, yine her sektörde farklı şekilde gerçekleşebilecek arz şoklarıdır.
Dördüncüsü, çalışanın yaptığı işin doğasına bağlı; temasın ne kadar yoğun olduğu ve yapılan işin uzaktan ne derece yapılabileceğiyle alakalıdır. Örneğin uzaktan eğitime geçilmesi ile üniversitelerde dersler verilmeye devam edebilmekte, fakat benzeri bir esneklik berberler için mümkün olamamaktadır.
Beşincisi, çalışan sektörün tedarikçilerini ve bu sektörde üretilenleri kullanan sektörleri nasıl etkilediğidir. Son olarak, salgından kaynaklanan şok değişik büyüklüklerdeki firmaları farklı şekilde etkileyebilmektedir.
Değişik kanallar üzerinden her sektörde çalışanların işini kaybetme ihtimallerini tespit ettikten sonra yapılması gereken, bu sektörlerde çalışan insan sayısını da göz önünde bulundurup, risk altında olanların kimler olduğunu ve bunların toplam istihdam içindeki payını belirlemektir.
Sorumluluk sahibi bir hükümet bu tespitlerin ışığı altında gerekli programları hazırlayıp önlemlerini alır. Genellikle de bu iki değişik şekilde yapılır: 1) Fakirlere ve sosyal güvenlik neti dışında kayıtsız çalışanlara yönelik büyük ölçekli nakit transferleri; 2) kayıtlı çalışanların işlerini ve gelirlerini kaybetmemeleri için hem kendilerine hem de işverenlere yapılan destekler.
Tabii bu tür önlemler “normal yerlerde” alınır.
20 Nisan 2020 tarihinde, Sayın Akıncı tarafından oluşturulan ve benim de üyesi olduğum KKTC Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Danışma Kurulu’nun hazırladığı, “Yoksulluğun artmasını engellemek için kamu gelirlerinin yeniden yapılandırılması” başlıklı rapor hem hükümet yetkilileri hem de kamuoyuyla paylaşılmıştı. Aradan geçen bir yıllık dönemde bu konularda neredeyse hiçbir şeyin yapılmamış olması düşündürücü olmanın ötesinde, son derece kaygı vericidir: Gerekli önlemlerin alınmamış olması Kıbrıslı Türklerin Covid-19 salgını sonunda işsizlik, yoksulluk ve gelir dağılımı konularında gerilere düşmesine yol açacaktır. En kırılgan kesimler olan genç ve kadın çalışanlar, özellikle de kayıt dışı ekonomide çalışanlar bundan en fazla etkilenenlerdir. Bu kesimlerin durumunun daha da kötüleştiği, kayıp bir kuşağın ortaya çıktığı, valizini toplayıp yurt dışında ekmek parası peşine düşen çok sayıda gencimizin olduğu kâbus bir senaryonun gerçekleşmeme olasılığı maalesef sıfıra doğru hızla yaklaşmaktadır.